anılıyorlar: hostis humani generis, yani bütün insanlığın düşmanı. Özellikle, korsanlık
faaliyetlerinin arttığı zamanlara paralel artışlar gösteren korsanlıkla ilgili akademik
ve görsel/yazınsal eserlerde bu tonun yankılarını takip etmek hiç de zor değil. Fakat
evrensel değerlere atıflarda bulunarak hostis humani generis savının doğruluğunu
ispatlamaya ve bunu tarihsel bir bağlama oturtmaya çalışan eserlerin kaçırdıkları
çok önemli bir nokta var. İşte bu nokta, bu çalışmanın tam da merkezinde duruyor.
Bu çalışmanın amacı, 1650 ve 1713 yıllarını içeren süreçte, Latin Amerika ve Avrupa
kıtalarını da kapsayan, Atlantik Dünyası’nda vuku bulmuş olan korsanlığın
yalnızca bir suç faaliyeti değil, daha önemlisi dönemin Avrupalı devletlerinin
Atlantik ticaret yollarını kontrol etme rekabetinde kullandıkları paramiliter bir araç
olduklarını göstermektir. Korsanlığın bu rekabetteki rolünü, tarihsel veriler ve
çağdaşlarının yazdıklarıyla açıklamak bu tezin en önemli gayesidir.
Bu bağlamda, korsanlarla devletlerin kurduğu ve devletlerin birbiriyle
korsanlar üzerinden kurdukları ilişkinin anlatılması kritik bir önem taşımaktadır.
Korsanların bu ilişkideki iki özelliği, bu insanları tarihin önemli öznelerinden biri
haline getirdi. Birincisi, korsanlık, devletlere birbirlerime resmi olarak savaş
açmadan gemileri yağmalama ve adaları ele geçirme gibi olanaklar sağlıyordu.
İkincisi, korsanlar yakalandıkları takdirde, devletler korsanlarla kurdukları bu
ilişkiyi kolaylıkla inkâr edebiliyordu. Bu sayede, devletler resmi bir sorumluluk
altına girmemelerine rağmen, istediklerini alabiliyordu.
Tabii, bu iki özellik, tarihte de örnekleri görüldüğü üzere, aynı eylemi yapan
farklı kişilerden birini asillik unvanıyla ödüllendirirken, diğerini asılmak üzere ipe
gönderebiliyordu. Bu noktada, korsanların yakalanıp yakalanmamaları ya da
devletleri karşılarına alıp almamaları önemli hale geliyordu. Bu mütereddit durum,
korsanlık tarihini ve bu konudaki kaynak taramasını çetrefilli bir hale getirmiştir.
Bu konudaki hâkim eğilim ise, korsanlığın farklı alt kollara bölünmesi konusunda
mutabakata varmış görünüyor. Eleştirilere geçmeden önce Türkçe terimlerin
korsanlık literatüründeki yetersizliğini özetlemekte fayda var.
Korsanların farklı kollarını anlatmak için kullanılan yabancı kökenli bir sürü
terimin Türkçe karşılığı bulunmamakta. ‘Korsan’ kelimesi Türkçede bu farklı
dalların hepsi yerine kullanılabiliyor. Korsanlık tarihi bağlamında, İngilizce
literatürde yapılan ana ayrım ise şu şekilde gelişmiştir: ‘pirate’ (korsan ya da deniz
haydutu) ve ‘privateer’ (devletin özel teşebbüs kaynaklı savaş gücü). Korsan kelimesi
köken olarak, Fransızca ‘corsaire’ ve İngilizce ‘corsair’ kelimelerinden türemiştir ve
kraliyet tarafından yetkilendirilmiş deniz haydutları için kullanılır. İngilizce
‘privateer’ olarak kısaltılmış olan ‘Private Men-Of-War’ (özel teşebbüs kaynaklı savaş
gücü) korsan/corsair tanımına bu bağlamda daha yakındır. Fakat ‘korsan’ın
Türkçedeki yaygın kullanımı pirate kelimesine yaklaşmıştır. Bu belirsizlikten
kaçmak için yapılan ayrım ise deniz haydudu (pirate) ve korsan (corsair ya da
privateer) şeklindedir.
Bunların yanı sıra, on yedinci yüzyılın ortalarında Karayipler’de geçen özel
bir tür deniz haydutluğundan daha bahsedilmektedir: buccaneer. Yerel
Amerikalıların bulduğu Boucan adlı ızgaralarda yapılan özel bir et tütsüleme
yöntemini kullanmaları yüzünden Buccaneers olarak bilinen Avrupalı yerleşimciler,
avcı-toplayıcı olarak sürdürdükleri hayatlarına İspanyol gemilerini avlayarak
devam etmişlerdir. Bu sebeple buccaneer kelimesi deniz haydutluğuyla birlikte
anılmaya başlanmıştır.
Tarihçilerin, on yedinci ve erken on sekizinci yüzyıllarda, deniz
haydutluğuyla korsanlık arasındaki farkı belirlerken, en çok üzerinde durdukları
nokta, deniz haydutluğunun bağımsız gruplar tarafından herhangi bir millet ya da
devlet gözetmeksizin, herkese karşı yapılıyor olmasıdır. Oysa korsanlık belli bir
devlet tarafından yasal bir izinle desteklenip bir diğer devlete karşı yapılmaktadır.
Bu konuda devlet tarafından diğer devletleri yağmalamak için verilen izinler, yani
letters of marque (işaretleme lisansı) ya da letters of reprisal (misilleme mektubu) örnek
gösterilir. İşaretleme lisansı ya da misilleme mektubu adıyla bilinen bu izinlerin,
Türkçedeki yaygın kullanımı ise olayı açıklama konusunda daha faydalıdır. Bu
yaygın kullanım, ‘korsanlık fermanı’dır. Konuşma dilindeki anlamıyla
düşünüldüğünde ise bu ferman, deniz haydutlarına devlet tarafından verilmiş
yağmalama iznidir. Fakat bu izinler, deniz haydutlarını sadece izni veren devletin
donanmasından korur. Diğer devletin donanması tarafından yakalanan korsanlar,
‘korsanlık fermanı’ olmayan diğer deniz haydutları gibi asılır ve tarihe deniz
haydudu olarak geçerler. Bu konuya, yasal izinleri olmasına ve kendi devletleri
tarafından korsan ya da özel teşebbüs kaynaklı savaş gücü olarak tanınmalarına
rağmen daha sonradan deniz haydudu olarak anılan ve asılan bir sürü insan örnek
olarak verilebilir. William Kidd büyük ihtimalle bu konudaki en meşhur örnektir.
Yasal izni olduğu halde deniz haydudu damgası yiyen ve kendi ülkesi tarafından
Londra’da asılan Kidd, kendi döneminde uluslararası politikanın ve devletlerarası
çekişmenin ‘mağdur’larından biridir.
Bir diğer örnek ise Henry Morgan’dır. İspanya ve İngiltere arasında Madrid
Antlaşması yapılırken İngiltere’ye bağlı olan Jamaika’dan İspanya’ya bağlı olan
Panama’ya yaptığı bir sefere korsan olarak çıkmış, deniz haydudu olarak
dönmüştür. Londra’da hapis tutulduktan bir süre sonra ise asillik unvanıyla
onurlandırılmış ve vali olarak Jamaika’ya atanmıştır. Korsanlık ile deniz
haydutluğu arasındaki çizgi işte bu kadar belirsizdir. Kısacası, Türkçedeki terim
yetersizliği bu noktada bir avantaja dönüşüyor bile denilebilir. Yukarıdaki kısımda
privateer, corsair, buccaneer ve pirate diye adlandırılan herkes aslında ‘korsan’dır.
İspanya’nın Latin Amerika’nın büyük kısmını sömürgeleştirmiş olması ve
uluslararası hukuk bağlamında bu sömürgelerle yasal ticaret tekelini elinde
bulundurması, Hollanda, Fransa ve İngiltere’yi korsanlığa ve deniz haydutluğuna
başvurmak durumunda bırakmıştır. Bu devletler, korsanlık fermanlarını sadece
kendi vatandaşlarına değil, kendilerine yarar sağlayacağını düşündükleri bütün
milletlerden ve bütün dinlerden insanlara vermişlerdir. Bir taraftan devletlerarası
rekabet artarken diğer bir taraftan ise uluslararası hukuk alanında, bu devletler
kendi uygulamalarını haklı çıkarma yarışına düşmüşlerdir.
Mare clausum (kapalı deniz) ve mare liberum (açık deniz) tartışması bu
konunun en iyi örneğidir. İspanya, ‘Yeni’ Dünya’daki sömürgeleriyle kurduğu
ticaret tekelini kaybetmemek adına mare clausum savını savunuyordu. Yani, bu
bölgedeki denizleri yetki alanı içerisinde görüyordu ve kendisi izin vermeden hiçbir
yabancı geminin bu alana girmesine izin vermiyordu. Öte tarafta, İngiltere ve
Hollanda, mare liberum savını, yani bu bölgedeki denizlere herkesin eşit ulaşım
hakkını savunuyordu. On yedinci yüzyılda yaşamış Hollandalı bir hukuk bilgini
olan Hugo Grotius, özel teşebbüs kaynaklı güçlerin savaş ilan etme haklarını
savunurken, hukuki izinli ve devlet destekli örgütsel şiddeti, küresel yönetimin
normatif temeli olarak alıyordu. Korsanlık faaliyetleri bu iki kutup arasındaki
çatışmanın tam da merkezindeydi.
Bir yandan paralı askerler gibi kiralanan ya da yağmalama izni verilen bu
korsanlar, uzun mesafe ticaret ağlarını da etkiliyorlardı. Korsanlar ilişkide
bulundukları devletleri, bu uzun mesafe meta zincirlerinde yer alan işlenmiş gümüş
ve altın, kakao, tütün, şeker, kahve, rom, tropik ağaç türlerinden elde edilen ve gemi
yapımı ve tamirinde kullanılan farklı türde keresteler, çivitotu, inci ve kırmız böceği
boyasının üretim süreçlerinde yapılan harcamalardan azat ediyorlardı. Özellikle
gümüş konusunda, madenlerin açılması, cıva üretimi ve kullanımı, madenlerde
çalışanları doyurmak için kurulan plantasyonlar gibi üretim maliyetlerinden
kurtulan Avrupalı devletler için korsanlar bulunmaz nimetti. Port Royal’de yapılan
kazılarda yukarıda bahsedilen malların yanı sıra Manila ticaretinde kullanılan Çin
porselenleri ve Japon kılıçlarının bulunması korsanların bu meta zincirini ne kadar
değiştirdiğini göstermektedir.
Yukarıda bahsedilen politik ve hukuki etmenler bir yana, Karayipler’in
coğrafi özellikleri, bu bölgede korsanlık faaliyetlerinin başarılı olmasında çok
önemli bir rol oynadı. Bölgede, yiyecek ve temiz su temini için gayri meskun küçük
adaların ve kayların oluşu ve korunmak için körfezlerin, lagünlerin ve doğal
limanların fazlalığına bir de Avrupalı devletlerin iştah kabartan ticareti eklenince
Karayipler korsanlık için bir cazibe merkezi haline geldi. Korsanlar, Panama’dan
Avrupa’ya doğru yönelen altın, gümüş, tütün, indigo, kırmız böceği boyası, kakao,
kahve ve diğer değerli malları, ticaret gemilerinden bir süzgeç gibi uzanan küçük
adalar arasındaki geçitleri kullanarak süzdüler.
Bu adalardan belki de en meşhuru Tortuga’dır. Hispanyola’nın kuzeybatı
açıklarında bulunan bu küçük ada, on yedinci yüzyıldaki en önemli korsan
karargahlarından biri olmuştur. 1500’lerde, İspanyol yerleşimciler küçük yerleşkeler
kurmuş olsalar da değerli doğal kaynaklarının az oluşu sebebiyle hiçbir zaman
Tortuga’ya tam anlamıyla yerleşmediler. Bu, yerleşilmemiş ada kısa sürede Fransız
ve Hollandalı gezginlerin uğrak yeri haline geldi. Küçük plantasyonlar kuruldu,
avcılığa başlandı. Buralardan elde edilen ürünler, anavatanlarına dönen gemilere
satılıyordu. Bir süre sonra, bu küçük yerleşke İngiliz, Fransız ve Hollandalı
kaçaklar, köleler, ıssız adalarda terk edilenler ve maceraperestlerle dolmaya başladı.
Hispanyola’nın kuzey kıyılarına avcılık için seferlere çıkıldı. Kısa sürede, bu avcılık
faaliyetleri İspanyol gemilerine yöneldi. Tortuga, her milletten, her dinden, her
etnik kökenden ve her sınıftan İspanyol gümüşü peşine düşen korsanlarla dolup
taşıyordu.
1652 yılında Jamaika’nın Port Royal kasabasını ele geçiren İngiltere,
Tortuga’da bulunan bütün korsanlara ve deniz haydutlarına korsanlık fermanı
vermeyi teklif etmişti. Tortuga gibi Port Royal’de kısa sürede korsanlarla doldu. Bu
sefer, korsanlık daha da kurumsallaşmıştı. Lisanslı korsanlık, ya da devlet eliyle
korsanlık, Port Royal’daki ve Karayipler’deki en popüler meslek haline geldi. Port
Royal bir anda döneminin en zengin şehirlerinden biri olmuştu. Korsan kiralamak
bir yerleşkeyi kısa dönemde zengin hale getirmek için iyi bir girişimdi. İngilizler, bu
girişimi sistematikleştirmek ve kurumsallaştırmak konusunda çok başarılıydılar.
Korsanlık fermanı sadece koloniye mal akışını garanti altına almıyordu. Aynı
zamanda, limana gelen kargoyu kontrol imkânı sağlıyor ve devlet tarafından talep
edilen payı da yazılı bir belgeyle garanti altına alıyordu. Port Royal karaborsasında
eskiden donanmaya ait olan savaş gemileri çok ucuz fiyatlara satılıyordu. Savaş
gemileri ve silah haricinde Port Royal’de her çeşit değerli çalıntı malı bulmak
mümkündü. 1655 ile 1671 yılları arasında Port Royal’e bağlı korsanlar, sekiz şehir,
dört kasaba ve otuz beş köy yağmaladılar (Zahedieh, 2005: 520).
1680 yılı civarında Jamaika’nın geliri korsanlıktan plantasyonlara doğru
kayıyordu. Fakat 1678 yılındaki korsanlık karşıtı yasaya ve İspanya’yla imzalanan
Madrid Antlaşması’na rağmen korsanlık Port Royal’de hala en popüler
mesleklerden biriydi. Port Royal’de korsanlık, çoğu tarihçinin inandığı gibi 1678
yılında çıkarılan korsanlık karşıtı yasa yüzünden değil, coğrafi bir olayın sebep
olduğu yıkım yüzünden bitti. 1692 yılındaki büyük bir deprem ve onu izleyen bir
tsunami şehrin üçte ikisini sulara gömdü. İki bin insan ilk felaketin hemen
sonrasında öldü. Bunu, hastalıklar yüzünden ölen binlercesi takip etti. Bu felaketten
sonra şehir bir daha kendisini hiç toplayamadı.
Karayipler’de o dönem korsanların gözdesi olan bir başka ada da
Bahamalar’daki New Providence adasıydı. Bölgedeki yıkıcı fırtınalar, sığlıklar ve
resifler yüzünden İspanyol ticaret gemilerinin batıklarının sayısı azımsanamayacak
kadar çoktu. Hazine avcıları ve korsanlar bu bölgeyi zaten kullanıyorlardı fakat Port
Royal’daki deprem sonrası New Providence’daki korsan nüfusu arttı. Artık yeni
korsan sığınağı Bahamalar’a kaymıştı.
Batık ekonomisi bir yana Bahamalar’ın sunduğu daha bir sürü ürün vardı.
Tütün ve şeker endüstrileri bunların en dikkat çekenleri gibi gözükse de
tomrukçuluk, balina ve kaplumbağa avcılığı, tuz ve akamber endüstrisi bu bölgeye
bakan korsanların iştahını kabartıyordu. Ama New Providence adasının
yöneticileri, erkek nüfustan şikâyetçilerdi. Erkekler bütün gün boş gezerken
kadınlar ve çocuklar toprakla uğraşıyorlardı. Adanın dördüncü valisi olan Robert
Clarke (1677-1682), bu duruma bir çözüm getirdi. Bir İngiliz gemisini
yağmaladıkları bahanesiyle Havana çıkışlı İspanyol gemilerinin yağmalanması için
korsanlık fermanları dağıtmaya başladı.
Devlet eliyle korsanlığın Bahamalar’a sıçraması İspanya’yı hiç memnun
etmedi. 1684 yılında İspanya Bahamalar’ı iki kere yağmaladı. Buradaki
yerleşimcilerin büyük çoğunluğu Jamaika’ya sığınmak zorunda kaldılar. Küçük bir
kısmı da Massachusetts’e ve Karolina’ya sığındı. 1686 yılında Jamaika’ya kaçan
sığınmacıların bir kısmı New Providence’a geri döndü. Kısa sürede ada, eski
popülerliğine tekrar kavuştu. 1687 yılında, Kaptan William Phipps Bahama
açıklarında bir İspanyol kalyonu olan Concepcion’un batığını ve içindeki hazineyi
bulduğunda bütün gözler tekrar Bahamalar’a döndü. New Providence’ın korsanlar
tarafından kullanılması, İspanyol Veraset Savaşı’na kadar devam etti.
1701 yılında, İngiltere ve Hollanda, İspanya’ya ve müttefiki Fransa’ya savaş
açtı. İngiltere, Fransızların İspanya üzerindeki artan etkisinden bıkmıştı. İspanya ise
dünya-ekonomisi tarafından üzerine binmeye başlayan yapısal kısıtlamalardan
kurtulmak istiyordu. İspanyol Veraset Savaşı, Amerika kıtasına da sıçradı. Kraliçe
Anne Savaşı olarak bilinen bu cephede, iki taraf adına da çoğunlukla donanmaya
alınan korsanlar savaşıyordu. Korsanlar için tam istihdam anlamına gelen 1701 ile
1713 yılları arasındaki savaş, Utrecht Anlaşması’yla bitti. İngiltere, Cebelitarık ve
Minorka bölgelerinin yanı sıra, İspanyol sömürgeleriyle yapılan köle ticaretinin
tekelini (asiento) de almış oldu. Fransa ise, Amerika kıtasındaki Newfoundland,
Rupert’s Land ve Acadia’yı İngiltere’ye teslim etti. İngilizlerin bu zafer sonrasında
korsanlara ihtiyacı kalmamıştı, artık özgürce ticaret yapabilecekleri alana sahiptiler.
Savaş zamanı donanmada görev yapan korsanlar işsiz kaldılar. Bunun yanı
sıra, İngiltere’nin Amerika’da kazandığı topraklar ve ticaret hakkı artık devletlerden
destek göremeyecekleri anlamına geliyordu. Esasen, tam olarak işsiz kaldılar
denilemez, çünkü korsanlardan bazıları bu duruma ayaklanan meslektaşlarını
avlamak için kiralandı. Bu korsan avcılarının bir kısmı ise, tekrar aynı durumla
karşı karşıya kalmamak için, devletler tarafından asıldı.
Savaş sonrası maaşlar da düşmüştü. İşsizlik bir tarafta, düşük maaşlar diğer
tarafta, savaş sonrası korsan nüfusunda kısa süreli bir artış oldu. Fakat bu aldatıcı
olmamalıdır. Devlete ayaklanan her korsan, bir dönemler kendilerini destekleyenler
tarafından acımasızca katledildi, asıldı ve liman girişlerinde demir kafesler
içerisinde teşhir edildi. Bir yandan Kral II. George tehditkar ve hilekar bir tonda
korsanlara af ilan ederken, diğer tarafta korsanları yakalayanlara ödüller vaat
ediyordu. Aflar kısıtlı yer ve kısıtlı zamana hitap ettiği için aflardan hiçbir korsan
yararlanamıyordu. Sadece kral değil, savcılar, hakimler ve dini liderler gibi sistemin
bütün kurumsallaşmış yapılarında görev yapanlar, korsanları lanetleyen bildiriler
yayınlıyor, vaazlar veriyor ve gazeteler çıkarıyorlardı. Şiddetin tekelinin devletin ve
yönetimdekilerin elinde toplanması meşrulaşırken korsanlar bunun dışında
kalıyordu. Kazançlı olduğu kadar vahşi ve kanlı da olan şeker endüstrisi
korsanlığın yerini alıyordu. Bir zamanlar asillik unvanlarıyla ödüllendirilen
korsanlar, hostis humani generis olarak lanetleniyor ve uluslararası hukuktaki
‘evrensel’ suçlu kategorisine itiliyorlardı.
Korsanlarla ilgili önemli bir diğer nokta da kendi içlerindeki örgütlenme
şekilleriydi. Dönemin alışılageldik kalıpları dışında korsanlar, kaptanlarının kim
olacağına ve nereye saldıracaklarına birlikte karar veriyorlardı. Sadece çatışma
anlarında kaptanın tayfa üzerinde tam otoritesi vardı. Nereye saldırılacağına karar
verildikten sonra tayfalar, aralarında ganimeti nasıl pay edileceklerine ve uzvunu
kaybeden ya da yaralanan birine ne kadar ödeme yapılacağına karar veriyorlardı.
Kaptanın gücünü kısıtlamak için korsan tayfası kendi arasından birini levazım
subayı olarak görevlendiriyordu. Levazım subayı, bir yandan kaptanın görevini
kötü kullanmasını önlerken diğer taraftan tayfa arasında problemlerin çıkmasını
önlemekle de görevliydi. Suç işleyenin ne ceza alacağından ganimetin adil bir
biçimde paylaşımına kadar geminin iç düzeniyle ilgili işlerin yürütülmesi levazım
subayının göreviydi. Fakat bir korsan gemisindeki esas gücü, geminin meclisi de
diyebileceğimiz, tayfalar ellerinde tutuyorlardı. Kaptan ve levazım subayı da
tayfanın oylarıyla konulan bu kurallara uymak zorundaydı.
Bu kurallardan günümüze kalan en ilginç örneklerden biri Kaptan
Bartholomew ‘Kara Bart’ Roberts’a aittir. Bu kurallara göre, gemideki her korsanın
gelişen olaylar için bir oy hakkı vardı. Bununla birlikte, elde edilen yiyeceklere ve
içeceklere eşit ulaşım hakkı vardı. Kaptan ve levazım subayı ganimetten iki pay
alıyorlardı. Ustabaşı, lostromo ve topçular bir buçuk; geriye kalan tayfa ise bir tam
ve bir çeyrek pay alıyorlardı. Gemide geliştirilen sigorta sistemi de bir hayli ilginçti.
Kolunu ya da bacağını kaybedenlere 800 pound; diğer sakatlıklara, sakatlığın
ciddiyetiyle orantılı bir para ödeniyordu. Bunun yanı sıra cezalar da bu kurallar
içerisinde belirtilmişlerdi. Gemiden kaçmaya çalışmanın ve savaş sırasında görev
yerini terk etmenin cezası ölüm ya da ıssız bir adaya bırakılmaktı. Eğer iki tayfa
arasında kavga çıkarsa, iki taraf kıyı da düello yapmak durumundaydı. Bu
düellolarda, ilk kanı akıtan taraf kazanıyordu. Eğer düello konusunda anlaşma
sağlanamazsa levazım subayı taraflara kıyıya kadar eşlik ediyor ve düellonun
uygun koşullar altında yapılmasını sağlıyordu. Gemiye kadın ve çocuk getirmek
yasaktı. Gemiye kadın getirenlerin cezası ölümdü. Para karşılığı kart veya zar
oyunları oynamak yasaktı. Bu yasaklar dışında ilginç kurallar da göze çarpıyordu.
Akşam sekizde bütün ışıklar kapatılıyordu, hala içmeye hevesli olanlar bunu açık
güvertede yapmak zorundaydılar. Gemideki müzisyenlerin sadece sebt gününde
dinlenme izinleri vardı. Diğer altı günün sabahında ve akşamında müzik yapmakla
yükümlüydüler.
Yine de dönemin donanmalarıyla, plantasyonlardaki zorunlu hizmetle ya da
kölelikle karşılaştırıldığında korsanlık, daha az hiyerarşik disiplin, daha kısa
çalışma saatleri ve daha fazla kazanç demekti. Bu yüzden hem Avrupalı devletlerin
donanmalarından, ticaret ve köle gemilerinden hem de Karayipler’deki
kolonilerden kaçan farklı etnik kökenlerden, farklı dinlerden ve farklı sınıflardan
insanlar, kısa zamanda zengin olmanın hayaliyle korsan gemisinde bir araya
geliyorlardı.
Korsan tayfasını oluşturanlar sadece kendi rızalarıyla gelenler değildi.
Korsanlar bir gemiyi ele geçirdiklerinde işlerine yarayacaklarını düşündükleri
denizcileri zorla kendi tayfalarına alıyorlardı. Bunlar genelde, aşçı, marangoz, rotacı
ya da seyir zabiti gibi daha kalifiye veya denizcilik anlamında tecrübeli adamlar
oluyordu. Her zaman güvenli bir liman bulamayan korsanlar için bu kalifiye ve
tecrübeli adamlar kritik bir öneme sahipti. Bu adamlar sayesinde, ıssız koylarda
gemilerin bakımlarını ve tamirlerini yapmak, bulunabilen yiyeceklerle tayfanın
karnını doyurmak, kaybolunduğunda rotayı bulmak ve Karayipler’in tehlikelerle
dolu sığlıklarını ve resiflerini bilmek korsanlara büyük avantaj sağlıyordu. Yukarıda
bahsedilen Barholomew Roberts da korsanlar tarafından zorla alınmadan önce
İngiltere’ye bağlı, köle ticaretiyle uğraşan bir gemide seyir zabitiydi. Orta sınıf bir
aileden geliyordu ve dönemin sıradan denizcisi için pek de beklenmedik bir şekilde
okuma yazması vardı. Aynı zamanda denizcilikle ilgili bilgileri sayesinde tayfası
tarafından kaptan olarak seçildi.
Bu farklı geçmişlerden gelen ama aynı amaç için toplanan tayfalar arasında
matelotage diye adlandırılan hemcinsler arası evlilik antlaşmasını andıran bir
kavram doğdu. Buna göre, birbiriyle antlaşan iki tayfa bir aile gibi, her şeylerini
paylaşıyor, birlikte avlanıp birlikte savaşıyorlardı. Bu antlaşma her zaman eşcinsel
bir ilişkiye işaret etmese de, korsanlar arasında eşcinsellik oldukça yaygındı.
Matelotage her zaman için iktisadi bir ilişki anlamına gelmiyordu. Çoğu tarihçi
tarafından bu eşcinsel ilişkiler Karayipler’deki kadın nüfusunun azlığıyla
ilişkilendirildi. Tarihsel verilere baktığımızda bunun pek de doğru olmadığını
görüyoruz.
Korsanların kadınlar karşısındaki tutumu, dönemin batılı devletlerindeki
beyaz erkeklerin ortalama algısıyla aynıydı. İkinci sınıf vatandaş olarak algıladıkları
kadınları sadece satılacak birer meta ya da kargo olarak görüyorlardı ve
gemilerinde kadın bulundurmuyorlardı. Fakat bu kadınların korsanlık tarihinden
ya da dönemin denizcilik tarihinden tamamen dışarı itildikleri anlamına da
gelmiyordu. Anne Bonny ve Marry Read gibi kadın korsanlar on sekizinci yüzyılın
başlarında Karayipler’de faaliyetlerini sürdürebiliyorlardı. Bunun dışında erkek
kıyafeti giyerek ve erkek isimleri kullanarak hem donanmalara ve ticaret gemilerine
hem de korsan gemilerine katılan bir sürü kadın denizci vardı. Bunun yanı sıra,
kadınların limanlardaki görevleri de önemliydi fakat kapitalist dünyaekonomisinde
kurumsallaştığı üzere bu kadınların görevleri ve işleri ya yok
sayılıyor ya da ucuz iş gücü olarak görülüyordu. Kendi eşcinsel toplulukları
içerisinde dahi korsanlar kadınlara karşı kapitalizm tarafından sunulan bu ataerkil
özellikleri uyguluyorlardı.
Yukarıda bahsedildiği üzere, 1713 sonrası korsanlara karşı yapılan
sistematik ve kurumsal suçlamaların izlerini günümüze kadar izlemek mümkün.
Tarihte yer alan ve 1713 öncesi dönemdeki korsanlık, görsel ve yazınsal sanatlar
tarafından romatikleştirildi ve içi boşaltıldı. Öte yandan, günümüzdeki korsanlığı
‘lanetlemek’ için retrospektif tarih yazımı ve akademik diğer çevreler büyük bir
gayret içerisine girdiler. Bu sebepten ötürü bu çalışmanın son sözleri, bu
mağduriyeti ve suçlamaları bugün en derinden yaşayanların, Somali korsanlarının
tecrübelerine ve sözlerine bırakıldı. Somali kıyılarında balıkçılık yapan insanların
nasıl ve neden korsan olduklar konusunda yaptıkları açıklamalar, akademik
çevrelerin ve ana akım medyanın suçlamaları arasında hep ‘gözden kaçtı’. Bir
zamanlar, balıkçılıkla geçinen bu insanlar, Asya, Avrupa ve Orta Doğu’dan gelen
yasadışı balıkçı filolarının trol tekneleri ve uzun mesafeli ticaret yollarını kullanan
filoların kimyasal atıkları yüzünden açıklıkla burun buruna gelmiş ve korsan
olmayı seçmişlerdi. Fakat kapitalist dünya-sistemine ve onun kurumlarına karşı
çıktığınız ya da sesinizi yükselttiğiniz anda ‘terörist’ ya da ‘yasadışı örgüt’ olarak
yaftalanmak kaçınılmazdır. Bütün dünya Somali korsanlarını akademisyenlerin,
medyanın ve görsel/yazınsal sanatların sayesinde tarihsel ve evrensel temellere
dayanan ya da dayandırılan hostis humani generis, yani ‘bütün insanlığın düşmanı’
olarak tanıdılar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder