26.9.18

Uçlu Kalemlerin Tarihi


Mekanik kalem, çıraklığını yeni bitirmiş bir metal işçisi olan Tokuji Hayakawa tarafından 1915'te bazı iyileştirmelerle Japonya'da başarılı hale geldi. "Ever-Ready Sharp Pencil" olarak tanıtıldı. Ancak, kalemin uzun ömrü için gerekli olan metal gövde kullanıcılara yabancı olduğu için başarı anında gerçekleşmedi. Ever-Ready Sharp, Tokyo ve Osaka'dan bir şirket büyük siparişler verince büyük sayılarla satılmaya başlandı. Tokuji Hayakawa'nın şirketi daha sonra adını o kalemden aldı: Sharp.

Aynı zamanda ABD'de Charles R. Keeran da bugünün kalemlerinin öncüsü olan benzer bir kalemi geliştiriyordu. Keeran'ın tasarımı dişli mekanizmalıyken, Hayakawa'nınki vidalıydı. Bu iki gelişme tarihi - Hayakawa ve Keeran - genellikle yanlışlıkla birleştirilir. Keeran kaleminin kurşun kalem patenti 1915'te alındı ve kısa bir süre sonra üretim düzenlendi. Bazı iyileştirmelerin ardından, tasarımı Wahl Adding Machine Company tarafından "Eversharp" kalem olarak pazarlandı; erken 1920'lerde, Wahl 12.000.000'den fazla Eversharp satmıştı.

Üreticiler arasında Japonya'dan Pentel, Pilot, Tombow, Uni-ball ve Zebra; Almanya'dan Faber-Castell, Lamy, Rotring ve Staedtler; Çek Cumhuriyeti'nden Koh-i-Noor Hardtmuth; Fransa'dan Bic; Güney Kore'den Monami; ABD'den PaperMate ve Parker; İsviçre'den Caran d'Ache ve birçok Çinli ile diğer Asya ve Avrupa üreticileri bulunmaktadır 





ilk  ilkel  mekanik  kurşun kalem (veya kurşun kalem), 1565'te İsviçreli bir doğa bilimci ve bibliyografyacı Conrad Gesner tarafından icat edildi.
Bu öncül kalemin ucunun sivrilmesi için elle ayarlanması gerekiyordu, 1791'de batan HMS Pandora gemisinin 1977 keşfedilen batığında  mekanik bir kalem bulundu.

Ucu ileri iten  ve ucun yerine yeni uç getirebilecek mekanizmaya sahip olan ilk mekanik kurşun kalem 1822 yılında İngiltere'deki Sampson Mordan ve John Isaac Hawkins tarafından patentlendirildi. Mordan 1837'de iş ortaklarını birkaç kez değiştirdi, "S.Mordan & Co." da sadece mekanik kalemler üretmeye karar verdi. Şirket, fabrikasının bombalarla yıkıldığı İkinci Dünya Savaşı'na kadar mekanik kalemler yapmaya devam etti.

Diğerleri bu kalemleri geliştirmeye devam ettiler ve 1822 ile 1874 arasında 160'ın üzerinde patent tescil edildi. Yaylı mekanik kurşun kalem 1877'de ortaya çıkarken, 1895 de ilk büküm-besleme mekanizması görüldü. 1915 yılında, yeni işe alınan bir metal işçisi olan Tokuji Hayakawa, dönemine göre ileri bir mekanik kurşun kalem geliştirdi ve “Ever-Ready Sharp Pencil” adını verdi. 

Tokyo ve Osaka'dan şirketler bu kalem için çok sayıda sipariş verdiler ve  onlara çok sayıda satmaya başladı ve şirketine Sharp ismini verdi. Bu sırada, Amerika'da, Charles R. Keeran da benzer bir kalem geliştiriyordu, Hayakawa'nın kalemi vida temelli olmasına karşın Charles R. Keeran'ın kalemi mandal tabanlıydı. 

Çok ince uçlar 1939'da ortaya çıktı ve birincisi 0.9 mm'lik bir çapa sahipti. Daha sonra 0.3, 0.5, 0.7, 1.3 ve 1.4 mm idi. Bugün 0.4 mm'lik ve hatta 0.2 mm uçlar var.

Ülkemizdeki isimleriyle basmalı kalem, uçlu kalem, mekanik kalem veya versatil kalemler özellikle öğrencilerin gün içinde en çok kullandıkları nesnelerden olmasına rağmen bu araçların tarihine ilişkin Türkçe bir kaynak yoktu. Ben de bu eksikliği gidermek için yabancı kaynaklardan yararlanarak uçlu kalemlerin nasıl ortaya çıktıklarını yazmak istedim.

Lütfen yorumlarınız aşağıya bırakınız.

6.9.18

Masonlukta gizli locada kimler var?

Mason; Eskiçağ‟da yapı işinde kazı yapan, taş kırıp yontan, malzeme taşıyan, duvar ören kimselere verilen addı. Günümüzde Mason kelimesi (İngilizce “Mason”, Fransızca “maçon”, Almanca “maurer”) duvarcı anlamına gelmektedir. İnşaat mesleği ve sanatının sırlarını bilen – ve bu sırları gizleyen-, usta- kalfa- çırak hiyerarşisi içinde örgütlenmiş olan bu işçilere, Hür Mason adı verilirdi. Sadece soyluların, askerlerin ve din adamlarının özgür olduğu bir toplumda bu önemli bir ayrıcalıktı.
18. yy.a kadar duvarcı ustalarından oluşan bu lonca, meslek dışından soyluların, tüccarların, asker ve din adamlarının da kabul edildiği “Spekülatif (düşünsel) Masonluğa” dönüşmüştür.
Spekülatif Masonluğun ortaya çıktığı tarih olan 1717‟de aynı zamanda İngiltere‟de ilk büyük locanın kurulduğu tarihtir. Bu tarihte, bulunabilen bütün eski ritüeller toplandı. Dr. James Anderson, bu materyallerle bütün Masonları kapsayacak bir anayasanın hazırlanması için görevlendirildi. 1723 yılında yayınlanan Anderson Kanunları halen bütün Masonik hukukun temelidir.
Bugünkü Masonların duvar işçisi seleflerinden devraldıkları yedi temel prensip vardır:
1. Üç dereceli üyelerden kurulu bir teşkilat.
2. Loca adı verilen bir birlik.
3. Masonluğun doğuş tarihine ait 100 küsur efsanevî el yazması. Bunlar arasında en eski olanı, 1390 tarihini taşıyan Eski Ahitler (Old Charges) adı verilen manzum bir belgedir.
4. Üyeler arasında Biraderliği ve karşılıklı menfaat bağlarını pekiştirici âdetler.
5. Locaların faaliyetlerine dair tam bir gizlilik yasası. “Eski Ahitler”de loncalar için gizliliğe riayet hususunda belirtilmiş basit hükümler vardı ve üyeler, “Tanrı yardımcınız olsun” parolasıyla bir araya gelirlerdi. Hıristiyan cemaatlere yakışır bir şekilde, ürpertici yeminler yoktu.
6. Bir tanışma parolası: Özellikle 1550 tarihlerine inen bir İskoçya “Mason sözü” ki, yazılı olmamakla beraber Mahabyn Mababone ve hatta Matchipin şeklinde de telaffuz edilirdi.
7. Tam bir Hıristiyan kuruluşu. O kadar ki, aslında “Eski Ahitler” dahi, Orta Çağ Roma Katolik doktrinlerinden sızmış açıklamalardı.

Stephen Knight‟a göre; işçi sendikası niteliğinde olan bir teşkilat, spekülatif kimliğe bürünerek kendi gayesinden uzaklaşıp, Katolik inançlar reform hareketlerinin gölgesinde kalıyordu. Nihayet bilimlerin gelişmesiyle Hıristiyanlık da geri planda kalmış ve en sonunda 17. asırdan geriye dışa kapalı, gizli bir cemiyet çatısı kalmıştır.
Mason ayinlerinde, “Masonluk nedir?” sorusuna cevap olarak Masonlar: “Kendine özgü bir ahlâk sistemidir, alegori ile örtülmüştür ve sembollerle resmedilmiştir.” diye cevap verir.15 Bazı Masonlar ise Masonluğu şöyle tarif eder:
“Neden, kavranılmaz ilahi ışık tarafından aydınlanmaktır”(William Preston); “Bizim faaliyet alanımız ruhsal kemalat ve ahlaki açıdan nefsi geliştirmektir” (G. Oliver); “en yüce zevkimiz muhabbetin tadına varmaktır” (Martin Clare)

Ancak “harici”lerin büyük bir kısmı, Masonluğun ne olduğunu tam olarak bilmez. Bunun nedeni, Masonların asla açıklamadıkları sırları ve hiçbir hariciyi kabul etmedikleri mabet ve ritüelleridir.

Masonluğun temel birimi, locadır. Localar, esas olarak 1. derece kabul edilen çıraklar, 2. derece kabul edilen kalfalar ve 3.derece kabul edilen ustalardan oluşur, Masonik hakların tümünden yararlananlar, yalnızca ustalardır.
Batı dünyasının tarihte "Aydınlanma Çağı" olarak anılan döneme girmeye hazırlandığı 18. yüzyıl ortalarında, bazı Masonlar, Masonluktaki standart üç dereceyi (çırak, kalfa ve üstat) yetersiz buluyor, bu derecelere başka "yüksek dereceler" ekliyordu.
Bunun sonucunda Masonlukta birbirinden farklı çok sayıda çalışma sistemi ve yöntemi oluştu. Bunların her biri ayrı bir "rit" olarak anıldı. Tarih boyunca kurulmuş olan Mason ritlerinin toplam sayısı altı yüzden fazladır. Bunlardan çoğu değişime uğradı ve ortadan kalktı. Bazı ritler de kendi aralarında birleşti. Günümüze ancak on kadar Mason riti gelebildi.
Her ikisi de Mason olan araştırmacı-yazar Christopher Knight ve Robert Lomas‟a göre Masonlar; bir zamanlar David C. McClelland‟ın „Başaran Toplum‟ adlı kitabında anlattığı, üyeleri; kiliseyi, ülkeyi, endüstriyi, askerî ve akademik güçleri yöneten Endüstri devrimini mümkün kılan zekâlar ve girişimciler, bilime dayalı gelişmeyi sağlayan önemli ve iyi insanlardı.
Masonlar dünya tarihini şekillendiren güçlü bir örgüt olmuştur. Avrupa onlar sayesinde zenginleşmiş, Amerikan Anayasası ve Royal Society; George Washington, Benjamin Franklin, Sir Robert Moray, Alexander Bruce, Elias Ashmore gibi Masonlar sayesinde var olmuştur. Bunun yanında, dünyada bazı büyük şehirleri onlar tarafından inşa edilmiştir.
Knight ve Lomas, geçmişte bu kadar etkin olan Masonların sanıldığı gibi organize bir örgüt olmadığını öne sürer ve Masonik yapılanmayı şöyle tanımlarlar:
“Organizasyon kelimesi bu kadar dağınık ve düzensiz gözüken bir topluluk için pek uygun değildir. İngiltere Birleşmiş Büyük Locası bile bırakalım dünyanın çeşitli yerlerinde alâkadar olduğu Büyük Locaların üyelerini; İngiltere ve Galler‟de yönettiği binlerce locanın üyelerinin tamamı hakkında bir bilgiye bile sahip değildir. Üyeleri konusunda bu bilgi eksikliği birçok gizli organizasyonun hücre evi şekillenmesini andırır. Örnek olarak terörist gurupları hiyerarşik ve gerektiği gibi bir düzende yönetilir ve üyeler sadece birkaç diğer üye ile irtibattadır. Bu durum; köstebeklerin organizasyona sızması durumunda, organizasyonun çok ağır hasar almasını engeller.”

 Mason karşıtları, Masonluğunun, dünyayı yöneten “gizli el” olduğuna inanırken, Knight ve Lomas, geçmişte dünya tarihinde etkin olan Masonluğun artık eski etkinliğini kaybettiğini savunuyorlar. Masonluğun üyeliği artık hiçbir yarar sağlamıyor ve Masonların birçoğu artık sosyal gelişim için çaba sarf etmiyor.

15.2.18

KORSANLARIN HAZİNELERİ NEREDE?

Korsanlar, kendi tarihleri mevzu bahis olduğunda hep aynı sıfatla
anılıyorlar: hostis humani generis, yani bütün insanlığın düşmanı. Özellikle, korsanlık
faaliyetlerinin arttığı zamanlara paralel artışlar gösteren korsanlıkla ilgili akademik
ve görsel/yazınsal eserlerde bu tonun yankılarını takip etmek hiç de zor değil. Fakat
evrensel değerlere atıflarda bulunarak hostis humani generis savının doğruluğunu
ispatlamaya ve bunu tarihsel bir bağlama oturtmaya çalışan eserlerin kaçırdıkları
çok önemli bir nokta var. İşte bu nokta, bu çalışmanın tam da merkezinde duruyor.
Bu çalışmanın amacı, 1650 ve 1713 yıllarını içeren süreçte, Latin Amerika ve Avrupa
kıtalarını da kapsayan, Atlantik Dünyası’nda vuku bulmuş olan korsanlığın
yalnızca bir suç faaliyeti değil, daha önemlisi dönemin Avrupalı devletlerinin
Atlantik ticaret yollarını kontrol etme rekabetinde kullandıkları paramiliter bir araç
olduklarını göstermektir. Korsanlığın bu rekabetteki rolünü, tarihsel veriler ve
çağdaşlarının yazdıklarıyla açıklamak bu tezin en önemli gayesidir.
Bu bağlamda, korsanlarla devletlerin kurduğu ve devletlerin birbiriyle
korsanlar üzerinden kurdukları ilişkinin anlatılması kritik bir önem taşımaktadır.
Korsanların bu ilişkideki iki özelliği, bu insanları tarihin önemli öznelerinden biri
haline getirdi. Birincisi, korsanlık, devletlere birbirlerime resmi olarak savaş
açmadan gemileri yağmalama ve adaları ele geçirme gibi olanaklar sağlıyordu.
İkincisi, korsanlar yakalandıkları takdirde, devletler korsanlarla kurdukları bu
ilişkiyi kolaylıkla inkâr edebiliyordu. Bu sayede, devletler resmi bir sorumluluk
altına girmemelerine rağmen, istediklerini alabiliyordu.
Tabii, bu iki özellik, tarihte de örnekleri görüldüğü üzere, aynı eylemi yapan
farklı kişilerden birini asillik unvanıyla ödüllendirirken, diğerini asılmak üzere ipe
gönderebiliyordu. Bu noktada, korsanların yakalanıp yakalanmamaları ya da
devletleri karşılarına alıp almamaları önemli hale geliyordu. Bu mütereddit durum,
korsanlık tarihini ve bu konudaki kaynak taramasını çetrefilli bir hale getirmiştir.
Bu konudaki hâkim eğilim ise, korsanlığın farklı alt kollara bölünmesi konusunda
mutabakata varmış görünüyor. Eleştirilere geçmeden önce Türkçe terimlerin
korsanlık literatüründeki yetersizliğini özetlemekte fayda var.
Korsanların farklı kollarını anlatmak için kullanılan yabancı kökenli bir sürü
terimin Türkçe karşılığı bulunmamakta. ‘Korsan’ kelimesi Türkçede bu farklı
dalların hepsi yerine kullanılabiliyor. Korsanlık tarihi bağlamında, İngilizce
literatürde yapılan ana ayrım ise şu şekilde gelişmiştir: ‘pirate’ (korsan ya da deniz
haydutu) ve ‘privateer’ (devletin özel teşebbüs kaynaklı savaş gücü). Korsan kelimesi
köken olarak, Fransızca ‘corsaire’ ve İngilizce ‘corsair’ kelimelerinden türemiştir ve
kraliyet tarafından yetkilendirilmiş deniz haydutları için kullanılır. İngilizce
‘privateer’ olarak kısaltılmış olan ‘Private Men-Of-War’ (özel teşebbüs kaynaklı savaş
gücü) korsan/corsair tanımına bu bağlamda daha yakındır. Fakat ‘korsan’ın
Türkçedeki yaygın kullanımı pirate kelimesine yaklaşmıştır. Bu belirsizlikten
kaçmak için yapılan ayrım ise deniz haydudu (pirate) ve korsan (corsair ya da
privateer) şeklindedir.





Bunların yanı sıra, on yedinci yüzyılın ortalarında Karayipler’de geçen özel
bir tür deniz haydutluğundan daha bahsedilmektedir: buccaneer. Yerel
Amerikalıların bulduğu Boucan adlı ızgaralarda yapılan özel bir et tütsüleme
yöntemini kullanmaları yüzünden Buccaneers olarak bilinen Avrupalı yerleşimciler,
avcı-toplayıcı olarak sürdürdükleri hayatlarına İspanyol gemilerini avlayarak
devam etmişlerdir. Bu sebeple buccaneer kelimesi deniz haydutluğuyla birlikte
anılmaya başlanmıştır.
Tarihçilerin, on yedinci ve erken on sekizinci yüzyıllarda, deniz
haydutluğuyla korsanlık arasındaki farkı belirlerken, en çok üzerinde durdukları
nokta, deniz haydutluğunun bağımsız gruplar tarafından herhangi bir millet ya da
devlet gözetmeksizin, herkese karşı yapılıyor olmasıdır. Oysa korsanlık belli bir
devlet tarafından yasal bir izinle desteklenip bir diğer devlete karşı yapılmaktadır.
Bu konuda devlet tarafından diğer devletleri yağmalamak için verilen izinler, yani
letters of marque (işaretleme lisansı) ya da letters of reprisal (misilleme mektubu) örnek
gösterilir. İşaretleme lisansı ya da misilleme mektubu adıyla bilinen bu izinlerin,
Türkçedeki yaygın kullanımı ise olayı açıklama konusunda daha faydalıdır. Bu
yaygın kullanım, ‘korsanlık fermanı’dır. Konuşma dilindeki anlamıyla
düşünüldüğünde ise bu ferman, deniz haydutlarına devlet tarafından verilmiş
yağmalama iznidir. Fakat bu izinler, deniz haydutlarını sadece izni veren devletin
donanmasından korur. Diğer devletin donanması tarafından yakalanan korsanlar,
‘korsanlık fermanı’ olmayan diğer deniz haydutları gibi asılır ve tarihe deniz
haydudu olarak geçerler. Bu konuya, yasal izinleri olmasına ve kendi devletleri
tarafından korsan ya da özel teşebbüs kaynaklı savaş gücü olarak tanınmalarına
rağmen daha sonradan deniz haydudu olarak anılan ve asılan bir sürü insan örnek
olarak verilebilir. William Kidd büyük ihtimalle bu konudaki en meşhur örnektir.
Yasal izni olduğu halde deniz haydudu damgası yiyen ve kendi ülkesi tarafından
Londra’da asılan Kidd, kendi döneminde uluslararası politikanın ve devletlerarası
çekişmenin ‘mağdur’larından biridir.
Bir diğer örnek ise Henry Morgan’dır. İspanya ve İngiltere arasında Madrid
Antlaşması yapılırken İngiltere’ye bağlı olan Jamaika’dan İspanya’ya bağlı olan
Panama’ya yaptığı bir sefere korsan olarak çıkmış, deniz haydudu olarak
dönmüştür. Londra’da hapis tutulduktan bir süre sonra ise asillik unvanıyla
onurlandırılmış ve vali olarak Jamaika’ya atanmıştır. Korsanlık ile deniz
haydutluğu arasındaki çizgi işte bu kadar belirsizdir. Kısacası, Türkçedeki terim
yetersizliği bu noktada bir avantaja dönüşüyor bile denilebilir. Yukarıdaki kısımda
privateer, corsair, buccaneer ve pirate diye adlandırılan herkes aslında ‘korsan’dır.
İspanya’nın Latin Amerika’nın büyük kısmını sömürgeleştirmiş olması ve
uluslararası hukuk bağlamında bu sömürgelerle yasal ticaret tekelini elinde
bulundurması, Hollanda, Fransa ve İngiltere’yi korsanlığa ve deniz haydutluğuna
başvurmak durumunda bırakmıştır. Bu devletler, korsanlık fermanlarını sadece
kendi vatandaşlarına değil, kendilerine yarar sağlayacağını düşündükleri bütün
milletlerden ve bütün dinlerden insanlara vermişlerdir. Bir taraftan devletlerarası
rekabet artarken diğer bir taraftan ise uluslararası hukuk alanında, bu devletler
kendi uygulamalarını haklı çıkarma yarışına düşmüşlerdir.
Mare clausum (kapalı deniz) ve mare liberum (açık deniz) tartışması bu
konunun en iyi örneğidir. İspanya, ‘Yeni’ Dünya’daki sömürgeleriyle kurduğu
ticaret tekelini kaybetmemek adına mare clausum savını savunuyordu. Yani, bu
bölgedeki denizleri yetki alanı içerisinde görüyordu ve kendisi izin vermeden hiçbir
yabancı geminin bu alana girmesine izin vermiyordu. Öte tarafta, İngiltere ve
Hollanda, mare liberum savını, yani bu bölgedeki denizlere herkesin eşit ulaşım
hakkını savunuyordu. On yedinci yüzyılda yaşamış Hollandalı bir hukuk bilgini
olan Hugo Grotius, özel teşebbüs kaynaklı güçlerin savaş ilan etme haklarını
savunurken, hukuki izinli ve devlet destekli örgütsel şiddeti, küresel yönetimin
normatif temeli olarak alıyordu. Korsanlık faaliyetleri bu iki kutup arasındaki
çatışmanın tam da merkezindeydi.


Bir yandan paralı askerler gibi kiralanan ya da yağmalama izni verilen bu
korsanlar, uzun mesafe ticaret ağlarını da etkiliyorlardı. Korsanlar ilişkide
bulundukları devletleri, bu uzun mesafe meta zincirlerinde yer alan işlenmiş gümüş
ve altın, kakao, tütün, şeker, kahve, rom, tropik ağaç türlerinden elde edilen ve gemi
yapımı ve tamirinde kullanılan farklı türde keresteler, çivitotu, inci ve kırmız böceği
boyasının üretim süreçlerinde yapılan harcamalardan azat ediyorlardı. Özellikle
gümüş konusunda, madenlerin açılması, cıva üretimi ve kullanımı, madenlerde
çalışanları doyurmak için kurulan plantasyonlar gibi üretim maliyetlerinden
kurtulan Avrupalı devletler için korsanlar bulunmaz nimetti. Port Royal’de yapılan
kazılarda yukarıda bahsedilen malların yanı sıra Manila ticaretinde kullanılan Çin
porselenleri ve Japon kılıçlarının bulunması korsanların bu meta zincirini ne kadar
değiştirdiğini göstermektedir.
Yukarıda bahsedilen politik ve hukuki etmenler bir yana, Karayipler’in
coğrafi özellikleri, bu bölgede korsanlık faaliyetlerinin başarılı olmasında çok
önemli bir rol oynadı. Bölgede, yiyecek ve temiz su temini için gayri meskun küçük
adaların ve kayların oluşu ve korunmak için körfezlerin, lagünlerin ve doğal
limanların fazlalığına bir de Avrupalı devletlerin iştah kabartan ticareti eklenince
Karayipler korsanlık için bir cazibe merkezi haline geldi. Korsanlar, Panama’dan
Avrupa’ya doğru yönelen altın, gümüş, tütün, indigo, kırmız böceği boyası, kakao,
kahve ve diğer değerli malları, ticaret gemilerinden bir süzgeç gibi uzanan küçük
adalar arasındaki geçitleri kullanarak süzdüler.
Bu adalardan belki de en meşhuru Tortuga’dır. Hispanyola’nın kuzeybatı
açıklarında bulunan bu küçük ada, on yedinci yüzyıldaki en önemli korsan
karargahlarından biri olmuştur. 1500’lerde, İspanyol yerleşimciler küçük yerleşkeler
kurmuş olsalar da değerli doğal kaynaklarının az oluşu sebebiyle hiçbir zaman
Tortuga’ya tam anlamıyla yerleşmediler. Bu, yerleşilmemiş ada kısa sürede Fransız
ve Hollandalı gezginlerin uğrak yeri haline geldi. Küçük plantasyonlar kuruldu,
avcılığa başlandı. Buralardan elde edilen ürünler, anavatanlarına dönen gemilere
satılıyordu. Bir süre sonra, bu küçük yerleşke İngiliz, Fransız ve Hollandalı
kaçaklar, köleler, ıssız adalarda terk edilenler ve maceraperestlerle dolmaya başladı.
Hispanyola’nın kuzey kıyılarına avcılık için seferlere çıkıldı. Kısa sürede, bu avcılık
faaliyetleri İspanyol gemilerine yöneldi. Tortuga, her milletten, her dinden, her
etnik kökenden ve her sınıftan İspanyol gümüşü peşine düşen korsanlarla dolup
taşıyordu.

1652 yılında Jamaika’nın Port Royal kasabasını ele geçiren İngiltere,
Tortuga’da bulunan bütün korsanlara ve deniz haydutlarına korsanlık fermanı
vermeyi teklif etmişti. Tortuga gibi Port Royal’de kısa sürede korsanlarla doldu. Bu
sefer, korsanlık daha da kurumsallaşmıştı. Lisanslı korsanlık, ya da devlet eliyle
korsanlık, Port Royal’daki ve Karayipler’deki en popüler meslek haline geldi. Port
Royal bir anda döneminin en zengin şehirlerinden biri olmuştu. Korsan kiralamak
bir yerleşkeyi kısa dönemde zengin hale getirmek için iyi bir girişimdi. İngilizler, bu
girişimi sistematikleştirmek ve kurumsallaştırmak konusunda çok başarılıydılar.
Korsanlık fermanı sadece koloniye mal akışını garanti altına almıyordu. Aynı
zamanda, limana gelen kargoyu kontrol imkânı sağlıyor ve devlet tarafından talep
edilen payı da yazılı bir belgeyle garanti altına alıyordu. Port Royal karaborsasında
eskiden donanmaya ait olan savaş gemileri çok ucuz fiyatlara satılıyordu. Savaş
gemileri ve silah haricinde Port Royal’de her çeşit değerli çalıntı malı bulmak
mümkündü. 1655 ile 1671 yılları arasında Port Royal’e bağlı korsanlar, sekiz şehir,
dört kasaba ve otuz beş köy yağmaladılar (Zahedieh, 2005: 520).
1680 yılı civarında Jamaika’nın geliri korsanlıktan plantasyonlara doğru
kayıyordu. Fakat 1678 yılındaki korsanlık karşıtı yasaya ve İspanya’yla imzalanan
Madrid Antlaşması’na rağmen korsanlık Port Royal’de hala en popüler
mesleklerden biriydi. Port Royal’de korsanlık, çoğu tarihçinin inandığı gibi 1678
yılında çıkarılan korsanlık karşıtı yasa yüzünden değil, coğrafi bir olayın sebep
olduğu yıkım yüzünden bitti. 1692 yılındaki büyük bir deprem ve onu izleyen bir
tsunami şehrin üçte ikisini sulara gömdü. İki bin insan ilk felaketin hemen
sonrasında öldü. Bunu, hastalıklar yüzünden ölen binlercesi takip etti. Bu felaketten
sonra şehir bir daha kendisini hiç toplayamadı.
Karayipler’de o dönem korsanların gözdesi olan bir başka ada da
Bahamalar’daki New Providence adasıydı. Bölgedeki yıkıcı fırtınalar, sığlıklar ve
resifler yüzünden İspanyol ticaret gemilerinin batıklarının sayısı azımsanamayacak
kadar çoktu. Hazine avcıları ve korsanlar bu bölgeyi zaten kullanıyorlardı fakat Port
Royal’daki deprem sonrası New Providence’daki korsan nüfusu arttı. Artık yeni
korsan sığınağı Bahamalar’a kaymıştı.
Batık ekonomisi bir yana Bahamalar’ın sunduğu daha bir sürü ürün vardı.
Tütün ve şeker endüstrileri bunların en dikkat çekenleri gibi gözükse de
tomrukçuluk, balina ve kaplumbağa avcılığı, tuz ve akamber endüstrisi bu bölgeye
bakan korsanların iştahını kabartıyordu. Ama New Providence adasının
yöneticileri, erkek nüfustan şikâyetçilerdi. Erkekler bütün gün boş gezerken
kadınlar ve çocuklar toprakla uğraşıyorlardı. Adanın dördüncü valisi olan Robert
Clarke (1677-1682), bu duruma bir çözüm getirdi. Bir İngiliz gemisini
yağmaladıkları bahanesiyle Havana çıkışlı İspanyol gemilerinin yağmalanması için
korsanlık fermanları dağıtmaya başladı.
Devlet eliyle korsanlığın Bahamalar’a sıçraması İspanya’yı hiç memnun
etmedi. 1684 yılında İspanya Bahamalar’ı iki kere yağmaladı. Buradaki
yerleşimcilerin büyük çoğunluğu Jamaika’ya sığınmak zorunda kaldılar. Küçük bir
kısmı da Massachusetts’e ve Karolina’ya sığındı. 1686 yılında Jamaika’ya kaçan
sığınmacıların bir kısmı New Providence’a geri döndü. Kısa sürede ada, eski
popülerliğine tekrar kavuştu. 1687 yılında, Kaptan William Phipps Bahama
açıklarında bir İspanyol kalyonu olan Concepcion’un batığını ve içindeki hazineyi
bulduğunda bütün gözler tekrar Bahamalar’a döndü. New Providence’ın korsanlar
tarafından kullanılması, İspanyol Veraset Savaşı’na kadar devam etti.
1701 yılında, İngiltere ve Hollanda, İspanya’ya ve müttefiki Fransa’ya savaş
açtı. İngiltere, Fransızların İspanya üzerindeki artan etkisinden bıkmıştı. İspanya ise
dünya-ekonomisi tarafından üzerine binmeye başlayan yapısal kısıtlamalardan
kurtulmak istiyordu. İspanyol Veraset Savaşı, Amerika kıtasına da sıçradı. Kraliçe
Anne Savaşı olarak bilinen bu cephede, iki taraf adına da çoğunlukla donanmaya
alınan korsanlar savaşıyordu. Korsanlar için tam istihdam anlamına gelen 1701 ile
1713 yılları arasındaki savaş, Utrecht Anlaşması’yla bitti. İngiltere, Cebelitarık ve
Minorka bölgelerinin yanı sıra, İspanyol sömürgeleriyle yapılan köle ticaretinin
tekelini (asiento) de almış oldu. Fransa ise, Amerika kıtasındaki Newfoundland,
Rupert’s Land ve Acadia’yı İngiltere’ye teslim etti. İngilizlerin bu zafer sonrasında
korsanlara ihtiyacı kalmamıştı, artık özgürce ticaret yapabilecekleri alana sahiptiler.
Savaş zamanı donanmada görev yapan korsanlar işsiz kaldılar. Bunun yanı
sıra, İngiltere’nin Amerika’da kazandığı topraklar ve ticaret hakkı artık devletlerden
destek göremeyecekleri anlamına geliyordu. Esasen, tam olarak işsiz kaldılar
denilemez, çünkü korsanlardan bazıları bu duruma ayaklanan meslektaşlarını
avlamak için kiralandı. Bu korsan avcılarının bir kısmı ise, tekrar aynı durumla
karşı karşıya kalmamak için, devletler tarafından asıldı.
Savaş sonrası maaşlar da düşmüştü. İşsizlik bir tarafta, düşük maaşlar diğer
tarafta, savaş sonrası korsan nüfusunda kısa süreli bir artış oldu. Fakat bu aldatıcı
olmamalıdır. Devlete ayaklanan her korsan, bir dönemler kendilerini destekleyenler
tarafından acımasızca katledildi, asıldı ve liman girişlerinde demir kafesler
içerisinde teşhir edildi. Bir yandan Kral II. George tehditkar ve hilekar bir tonda
korsanlara af ilan ederken, diğer tarafta korsanları yakalayanlara ödüller vaat
ediyordu. Aflar kısıtlı yer ve kısıtlı zamana hitap ettiği için aflardan hiçbir korsan
yararlanamıyordu. Sadece kral değil, savcılar, hakimler ve dini liderler gibi sistemin
bütün kurumsallaşmış yapılarında görev yapanlar, korsanları lanetleyen bildiriler
yayınlıyor, vaazlar veriyor ve gazeteler çıkarıyorlardı. Şiddetin tekelinin devletin ve
yönetimdekilerin elinde toplanması meşrulaşırken korsanlar bunun dışında
kalıyordu. Kazançlı olduğu kadar vahşi ve kanlı da olan şeker endüstrisi
korsanlığın yerini alıyordu. Bir zamanlar asillik unvanlarıyla ödüllendirilen
korsanlar, hostis humani generis olarak lanetleniyor ve uluslararası hukuktaki
‘evrensel’ suçlu kategorisine itiliyorlardı.

Korsanlarla ilgili önemli bir diğer nokta da kendi içlerindeki örgütlenme
şekilleriydi. Dönemin alışılageldik kalıpları dışında korsanlar, kaptanlarının kim
olacağına ve nereye saldıracaklarına birlikte karar veriyorlardı. Sadece çatışma
anlarında kaptanın tayfa üzerinde tam otoritesi vardı. Nereye saldırılacağına karar
verildikten sonra tayfalar, aralarında ganimeti nasıl pay edileceklerine ve uzvunu
kaybeden ya da yaralanan birine ne kadar ödeme yapılacağına karar veriyorlardı.
Kaptanın gücünü kısıtlamak için korsan tayfası kendi arasından birini levazım
subayı olarak görevlendiriyordu. Levazım subayı, bir yandan kaptanın görevini
kötü kullanmasını önlerken diğer taraftan tayfa arasında problemlerin çıkmasını
önlemekle de görevliydi. Suç işleyenin ne ceza alacağından ganimetin adil bir
biçimde paylaşımına kadar geminin iç düzeniyle ilgili işlerin yürütülmesi levazım
subayının göreviydi. Fakat bir korsan gemisindeki esas gücü, geminin meclisi de
diyebileceğimiz, tayfalar ellerinde tutuyorlardı. Kaptan ve levazım subayı da
tayfanın oylarıyla konulan bu kurallara uymak zorundaydı.
Bu kurallardan günümüze kalan en ilginç örneklerden biri Kaptan
Bartholomew ‘Kara Bart’ Roberts’a aittir. Bu kurallara göre, gemideki her korsanın
gelişen olaylar için bir oy hakkı vardı. Bununla birlikte, elde edilen yiyeceklere ve
içeceklere eşit ulaşım hakkı vardı. Kaptan ve levazım subayı ganimetten iki pay
alıyorlardı. Ustabaşı, lostromo ve topçular bir buçuk; geriye kalan tayfa ise bir tam
ve bir çeyrek pay alıyorlardı. Gemide geliştirilen sigorta sistemi de bir hayli ilginçti.
Kolunu ya da bacağını kaybedenlere 800 pound; diğer sakatlıklara, sakatlığın
ciddiyetiyle orantılı bir para ödeniyordu. Bunun yanı sıra cezalar da bu kurallar
içerisinde belirtilmişlerdi. Gemiden kaçmaya çalışmanın ve savaş sırasında görev
yerini terk etmenin cezası ölüm ya da ıssız bir adaya bırakılmaktı. Eğer iki tayfa
arasında kavga çıkarsa, iki taraf kıyı da düello yapmak durumundaydı. Bu
düellolarda, ilk kanı akıtan taraf kazanıyordu. Eğer düello konusunda anlaşma
sağlanamazsa levazım subayı taraflara kıyıya kadar eşlik ediyor ve düellonun
uygun koşullar altında yapılmasını sağlıyordu. Gemiye kadın ve çocuk getirmek
yasaktı. Gemiye kadın getirenlerin cezası ölümdü. Para karşılığı kart veya zar
oyunları oynamak yasaktı. Bu yasaklar dışında ilginç kurallar da göze çarpıyordu.
Akşam sekizde bütün ışıklar kapatılıyordu, hala içmeye hevesli olanlar bunu açık
güvertede yapmak zorundaydılar. Gemideki müzisyenlerin sadece sebt gününde
dinlenme izinleri vardı. Diğer altı günün sabahında ve akşamında müzik yapmakla
yükümlüydüler.

Yine de dönemin donanmalarıyla, plantasyonlardaki zorunlu hizmetle ya da
kölelikle karşılaştırıldığında korsanlık, daha az hiyerarşik disiplin, daha kısa
çalışma saatleri ve daha fazla kazanç demekti. Bu yüzden hem Avrupalı devletlerin
donanmalarından, ticaret ve köle gemilerinden hem de Karayipler’deki
kolonilerden kaçan farklı etnik kökenlerden, farklı dinlerden ve farklı sınıflardan
insanlar, kısa zamanda zengin olmanın hayaliyle korsan gemisinde bir araya
geliyorlardı.
Korsan tayfasını oluşturanlar sadece kendi rızalarıyla gelenler değildi.
Korsanlar bir gemiyi ele geçirdiklerinde işlerine yarayacaklarını düşündükleri
denizcileri zorla kendi tayfalarına alıyorlardı. Bunlar genelde, aşçı, marangoz, rotacı
ya da seyir zabiti gibi daha kalifiye veya denizcilik anlamında tecrübeli adamlar
oluyordu. Her zaman güvenli bir liman bulamayan korsanlar için bu kalifiye ve
tecrübeli adamlar kritik bir öneme sahipti. Bu adamlar sayesinde, ıssız koylarda
gemilerin bakımlarını ve tamirlerini yapmak, bulunabilen yiyeceklerle tayfanın
karnını doyurmak, kaybolunduğunda rotayı bulmak ve Karayipler’in tehlikelerle
dolu sığlıklarını ve resiflerini bilmek korsanlara büyük avantaj sağlıyordu. Yukarıda
bahsedilen Barholomew Roberts da korsanlar tarafından zorla alınmadan önce
İngiltere’ye bağlı, köle ticaretiyle uğraşan bir gemide seyir zabitiydi. Orta sınıf bir
aileden geliyordu ve dönemin sıradan denizcisi için pek de beklenmedik bir şekilde
okuma yazması vardı. Aynı zamanda denizcilikle ilgili bilgileri sayesinde tayfası
tarafından kaptan olarak seçildi.
Bu farklı geçmişlerden gelen ama aynı amaç için toplanan tayfalar arasında
matelotage diye adlandırılan hemcinsler arası evlilik antlaşmasını andıran bir
kavram doğdu. Buna göre, birbiriyle antlaşan iki tayfa bir aile gibi, her şeylerini
paylaşıyor, birlikte avlanıp birlikte savaşıyorlardı. Bu antlaşma her zaman eşcinsel
bir ilişkiye işaret etmese de, korsanlar arasında eşcinsellik oldukça yaygındı.
Matelotage her zaman için iktisadi bir ilişki anlamına gelmiyordu. Çoğu tarihçi
tarafından bu eşcinsel ilişkiler Karayipler’deki kadın nüfusunun azlığıyla
ilişkilendirildi. Tarihsel verilere baktığımızda bunun pek de doğru olmadığını
görüyoruz.

Korsanların kadınlar karşısındaki tutumu, dönemin batılı devletlerindeki
beyaz erkeklerin ortalama algısıyla aynıydı. İkinci sınıf vatandaş olarak algıladıkları
kadınları sadece satılacak birer meta ya da kargo olarak görüyorlardı ve
gemilerinde kadın bulundurmuyorlardı. Fakat bu kadınların korsanlık tarihinden
ya da dönemin denizcilik tarihinden tamamen dışarı itildikleri anlamına da
gelmiyordu. Anne Bonny ve Marry Read gibi kadın korsanlar on sekizinci yüzyılın
başlarında Karayipler’de faaliyetlerini sürdürebiliyorlardı. Bunun dışında erkek
kıyafeti giyerek ve erkek isimleri kullanarak hem donanmalara ve ticaret gemilerine
hem de korsan gemilerine katılan bir sürü kadın denizci vardı. Bunun yanı sıra,
kadınların limanlardaki görevleri de önemliydi fakat kapitalist dünyaekonomisinde
kurumsallaştığı üzere bu kadınların görevleri ve işleri ya yok
sayılıyor ya da ucuz iş gücü olarak görülüyordu. Kendi eşcinsel toplulukları
içerisinde dahi korsanlar kadınlara karşı kapitalizm tarafından sunulan bu ataerkil
özellikleri uyguluyorlardı.
Yukarıda bahsedildiği üzere, 1713 sonrası korsanlara karşı yapılan
sistematik ve kurumsal suçlamaların izlerini günümüze kadar izlemek mümkün.
Tarihte yer alan ve 1713 öncesi dönemdeki korsanlık, görsel ve yazınsal sanatlar
tarafından romatikleştirildi ve içi boşaltıldı. Öte yandan, günümüzdeki korsanlığı
‘lanetlemek’ için retrospektif tarih yazımı ve akademik diğer çevreler büyük bir
gayret içerisine girdiler. Bu sebepten ötürü bu çalışmanın son sözleri, bu
mağduriyeti ve suçlamaları bugün en derinden yaşayanların, Somali korsanlarının
tecrübelerine ve sözlerine bırakıldı. Somali kıyılarında balıkçılık yapan insanların
nasıl ve neden korsan olduklar konusunda yaptıkları açıklamalar, akademik
çevrelerin ve ana akım medyanın suçlamaları arasında hep ‘gözden kaçtı’. Bir
zamanlar, balıkçılıkla geçinen bu insanlar, Asya, Avrupa ve Orta Doğu’dan gelen
yasadışı balıkçı filolarının trol tekneleri ve uzun mesafeli ticaret yollarını kullanan
filoların kimyasal atıkları yüzünden açıklıkla burun buruna gelmiş ve korsan
olmayı seçmişlerdi. Fakat kapitalist dünya-sistemine ve onun kurumlarına karşı
çıktığınız ya da sesinizi yükselttiğiniz anda ‘terörist’ ya da ‘yasadışı örgüt’ olarak
yaftalanmak kaçınılmazdır. Bütün dünya Somali korsanlarını akademisyenlerin,
medyanın ve görsel/yazınsal sanatların sayesinde tarihsel ve evrensel temellere
dayanan ya da dayandırılan hostis humani generis, yani ‘bütün insanlığın düşmanı’
olarak tanıdılar

13.2.18

BAYRAK ŞİİRİ BAKIN NASIL YAZILDI

Adana’da 5 ocak kutlamaları için milli eğitim müdürlüğü bayrak konulu bir şiirin öğrenciler tarafından okunmasını ister. lise müdürü bu işle ilgili arif nihat asya’yı görevlendirir. o da öğrencilerinden birkaçına bu vazifeyi verir. bir iki gün araştırma yapan öğrenciler “bulamadık” diyerek hocanın yanına gelirler. kendi kendine bu şiiri yazmaya karar verir. akşam el-ayak ortalıktan çekilince, petrol lambasının yorgun ışığı al¬tında, bayrağımıza sarınarak kalemi eline alır. şafak sökerken, bayrak şiiri hazırd¬ır. o gece, şiiri nasıl yazdıysa, öylece kalır. yani üzerinde ikinci bir defa oynamaz..
sabahleyin liseye gidince öğrencilerinden birini çağırır, şiiri okutturur. bakar ki güzel okuyor. 5 ocak kutlamalarında ilk defa adana’da saat kulesinin yanındaki törende okunur. o günün akşamı, halkevinde 5 ocak kutlamaları vardır. yine öğrencisi oraya da katılır. davetliler ara¬sından bir kişi öğrenciye tanır ve sorar:
-bugün, 5 ocak merasiminde o bayrak şiirini sen okudun değil mi?
-evet efendim.
-kimin o şiir?
-vallahi bilmiyorum efendim.
-yahu nasıl bilmezsin? insan okuduğu şiirin şai¬rini bilmez mi?
-bilmiyorum efendim! şiiri bana arif hocam verdi. sonra “sana bu şiir kimin? derlerse, kimin olduğunu söyleme” dedi.
o zaman mesele anlaşılır. “tamam bu şiir arif hocanındır!” derler.
işte o gün, bu gündür, bayrak şiiri, bayra¬ğımızın kendisi gibi hepimizin oldu. bu şiir ona “bayrak şairi” denilmesine yol açtı ki, bu sıfat, şair için altından dökülmüş bir istiklâl madalyası kadar kıymetlidir. bayrak şiiri bizim gönül haykırışımızın destanıdır. bağımsızlığımızın en içten anlatımıdır, her türk bu şiirin mestanıdır.
yaşadığı dönemde olduğu gibi, vefatından sonra da şiir yolunda ilerleyenlerin kılavuzlarından biri olmuştur. elbette hak ettiği ölçüde okunmuyor bugün. ama onun şiir ve nesirdeki ustalığı konusunda bu alanın otoriteleri hemfikirdir. ufku genişti. sevgi, aşk nedir onun nesirlerinden öğrenilir. türk edebiyatının en güzel nesir ve şiir örneklerinden vermiştir. hem hece, hem serbest, hem de aruz tarzında eserleri vardır. en iyi aruz kullanan şairlerimizdendir. 1.600 rubaisi vardır.

3.2.18

Kadın Korsan Hamile Olduğu için mi idam edilmedi?

Read, 1700’lü yılların basında İngiltere’de doğmustur. Fakir bir annenin
gayrimesru çocuğu olan Mary, annesinin ona erkek kıyafetleri giydirerek
büyütmesinden dolayı sorunlu bir çocukluk ve gençlik dönemi geçirmistir. Mary, on
dört yasına geldiğinde çalısmak zorunda kalmıstır. O, piyade olarak hizmet etmek için
orduya katılmıstır. Mary, bir süvari gibi Veraset Savası sırasında Flanders, Belçika ile
savastığı bilinmektedir. Orada bir askere âsık olup evlenmis ve Hollanda’ya
yerlesmislerdir. Mary, bir kadın gibi yasamaya baslamıstır. Kısa bir süre sonra kocası
hastalanıp ölmüstür. Mary, tekrar erkek kılığına girerek, Batı Hint Adaları’nda bir
Hollanda gemisine katılmıstır. Hollanda gemisi ‘Revenge’ (İntikam) adlı bir korsan
gemisi tarafından saldırıya uğramıs ve Mary Read’ın korsanlık hayatı baslamıstır.
Revenge’da Mary’in en yakın arkadası onun gibi erkek kılığına giren Anne Bonny’di.
Mary Read’ın Kadın Olduğunu Gösteren Bir Gravür
Cesur bir korsan olan Mary ve mürettebatı İngiliz donanması tarafından yakalanmıs ve
mahkemeye çıktılmıstır. Mürettebatın bir kısmı idam edilirken bir kısmı da serbest
bırakılmıstır. Mary ise hamile olduğu için idamdan son anda kurtulup hapis cezasına
çarptırılmıstır. Mary Read’in, hapishanede tifo ya da frengiye yakalanıp yüksek ates
sebebiyle hayatını kaybettiği bilinmektedir. Mary ve doğmamıs çocuğu 28 Nisan 1721
yılında toprağa verilmistir

En Kötü Kadın Korsan

Anne Bonny batı tarihinin en kötü söhretli kadın korsanı olarak kayıtlara
geçmistir. Bonny, 1700’lü yıllarda İrlanda’da dünyaya gelmistir. Babası William
Cormac, Anny’in gayrimesru olduğunu gizlemek için erkek çocuk kıyafetleri giydirip
uzaktan akrabası olduğunu söylese de bunda basarılı olamamıstır. Bonny, bes
yasındayken ailesiyle birlikte Güney Carolina’ya yerlesmistir. Anne Bonny’in hayatı,
annesi öldüğü zaman değismis ve irrasyonel davranıslar sergilemeye baslamıstır. On bes
yasında iken bir kadın hizmetçiyi bıçaklayarak öldürdüğü bilinmektedir. 1718 yılında
babasının itirazlarına rağmen denizci James Bonny ile evlenmistir. İlerleyen zamanlarda
Bahama Adaları’nda New Providence’de Calico Jack lakaplı Yüzbası John Rackham’a
Anne Bonny’in Kadın Olduğunu Gösteren Bir Gravür
âsık olmus ve bunu öğrenen James Bonny, Anne’den ayrılmıstır. O dönemlerde
kadınların gemiye alınmamasından dolayı Bonny gemiye erkek kılığında girmistir.
Birçok yağmalamadan sonra yakalanan Bonny, İ
ngiliz Bahriye Mahkemesi
tarafından 16 Kasım 1720 yılında mahkemeye çıkarılmıs ve hamile olduğu için idam
cezasından kurtulmus ve hapse atılmıstır.

Thomas Tew Büyük Moğolların Gemisine....

Thomas Tew, Rhode Island’da varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya
gelmistir. Fransa ile yasanan çatısma sırasında, İngiliz gemisinde, hükümet izniyle
korsanlık yapmıstır. Kısa bir süre sonra Tew, kaptan seçilmistir. Bermuda Valisi
Thomas’dan, Afrika kıyılarına, Fransa gemilerine saldırmak için izin almıs ve ardından
Yüzbası George Drew’in gemisinde görev almıstır. Fakat siddetli bir fırtına sonrası
hasar alan gemiyi terk etmis ve korsan olmaya karar vermistir.
Tew, Kızıldeniz yolculuğu esnasında, üç yüzden fazla askeriyle yol alan bir Hint
gemisiyle karsılasmıstır. Tew ve mürettebatı büyük bir cesaret göstererek gemiye
saldırmıs ve galip gelmislerdir. Korsanlığı bırakmak isteyen Tew, Rhode Island’a gidip
affedilmesini istemistir. Affı kabul olmasına karsın, kısa sürede oradaki yasantısından
sıkılmıs, bir korsan gemisinin komutasını devralmıs ve Kızıldeniz’de korsanlığa geri
dönmüstür. Tew, 1695 yılında Büyük Moğollara ait bir gemiye saldırdığı bilinmektedir.
Savas sırasında ölümcül bir yara alarak hayatını kaybetmistir. Mürettebatının bir kısmı
idam edilirken bir kısmı da hapishanede hayatlarını kaybetmislerdir.
.Thomas Tew’in bayrağı, siyah zemin üzerinde kılıç tutan güçlü bir kolu
simgelemektedir. Bayrak da, düsmanlarına güçlü olduğunu ve hızlı bir sekilde onları
öldürmeye geldiğini anlatmak istemistir.
Thomas Tew’in Bayrağı


Edward Teach'in kesik başı nereye asıldı?

Faaliyet dönemi, Eylül 1717-Kasım 1718’dir. Muhtemelen tüm korsanlar içinde
en ünlüsüdür. Karasakal’ın gerçek adı belirsizdir. Teach, Thatch hatta Tache
kullanılmıstır. En yaygın olanı Edward Teach’tir. 1680 yılında Biristol’de doğmustur.
Gençliğinin belli bir dönemi Batı Hint Adalarında geçmiştir ve İspanya Veraset
Savası (1701-1714) sırasında Jamaikalı hükümet izniyle çalısan korsan gemisinde görev
yapmıştır. Savaştan sonra Bahama Adaları’nda New Providence gitmis ve orada kosan
Benjamin Hornigold ile karsılasmıstır. Hornigold, bir mürettebat olarak Teach’i yanına
almıstır. O, hızla korsanlığın ticaretini öğrenmis ve kendi basına yola çıkmıstır. 1717’de
Concorde adlı bir Fransız gemisine istila ederek adını Queen Anne’s Revenge (Kraliçe
Anne’nin İntikamı) olarak değiştirmiştir. Hızla kana susamıs korsan olarak ün
kazanmıstır. Kuzey Carolina, Bath Towne’a varan Teach, 1718 yılı Ocak ayında
Carolinas’a yelken açmıs ve Ocracoke Adası’nda bir üs kurma amacıyla geçen gemileriyağmalamıstır. Yakındaki bir kasabada yağmaladığı mallar için hazır bir pazar
bulmustur. Teach, kuzeye dönmeden önce birçok gemi yağmalamıs ve bunları filosuna
eklemistir. Mürettebat sayısı 400’ün üzerinde olduğu bilinmektedir.
Karasakal, abartılı özgeçmisiyle Johnson tarihinde bir efsane haline gelmistir.
1717 yılında bir kurbanı, ‘çok uzun boylu, çok uzun giyimli, karasakallı bos bir adam’
olarak tanımlamıstır. O görünüse göre genis omuzlu ve onun düsmanı Teğmen
Maynard’a göre, sakalını siyah kurdeleler ile bağlardı. Karasakal akıllı, sosyal ve siyasi
zekilikteydi.
Edward Teach Portresi
Kaptan Teach’in, Karasakal lakabını, tüm yüzünü korkunç bir sekilde kaplayan
kıl yığınından aldığı tahmin ediliyor. Abartılı bir uzunluğa getirmek için uğrastığı bu
sakal siyahtı ve gözlerine kadar geliyordu. Sakalını Ramilies usulü küçük kuyruklar
hainde kurdelelerle sarıp kulaklarına doğru kıvırırdı. Harekât zamanında, omuzlarına
fisekliğe benzer kılıflarla üç tabancası olan bir askı takardı. Sapkasının altına yüzünün
iki yanında da görülen yanan kibritler sıkıstırır ve bu da onun vahsi, sert bakıslarını
daha da korkutucu yapardı (Cordingly, 2004; 38).
Edward Teach’in Kesik Bası
Virginia Valisi Alexander Spotswood tarafından Karasakal’ın basına ödül
kondu. Teğmen Maynard ve ekibi Karasakal’ı yakalamak için yola çıkmıstır. Maynard,
22 Kasım 1718 Cuma günü Ocracoke’de safak vakti saldırmıs ve kanlı bir savas
baslamıstır. Maynard ve ekibi tarafından Teach öldürülmüs ve bası kesilerek geminin
direğine asılmıstır (Konstam, 2004: 20).
Kuzey Carolina Sualtı Devlet Arkeolojisi batık bir C16 salopası ve eserler buldu.
1996’da devlet arkeologları tarafından yapılan arastırmalar sonucunda bu batığın
Karasakal’ın ‘Queen Anne’s Revenge’ adlı gemisinin kalıntıları olduğu tespit edilmistir.
Bu kalıntılar Edward Teach’ın hakkında birçok detayı gün ısığına çıkartmıstır.
Edward Teach’in Bayrağı
Edward Teach’ın bayrağının sol tarafında kum saati ve mızrak tutan seytan
görünümlü bir iskelet, sağ tarafında ise üç adet kırmızı nokta ve kalp bulunmaktadır.
Teach bayrağında, kum saati ile zamanın azaldığını, mızraklı kalp ve üç kırmızı
noktayla ise siddet dolu, acı veren kanlı bir ölümü sembolize etmektedir.

Black Bart (Bartholomew Roberts) boğanızdan vurularak ....

Black Bart veya Black Barty olarak bilinen korsanın gerçek adı Bartholomew
Roberts’dir. Roberts, 1682 yılında Haverfordwest, Wales yakınlarında dünyaya
gelmistir. Yasamının büyük bir kısmını Pembrokshire’de geçirmistir. Đngiliz yazar
Danield Defoe’ye göre Roberts, her zaman pahalı ve abartılı kıyafetler giyen, esmer,
yakısıklı bir adamdı.
Roberts, 17. yüzyılın sonlarından 18. yüzyılın baslarına kadar süren ‘Golden
Age Of Piracy’ (Korsanlığın Altın Çağı)’ın son korsan kaptanı olarak kabul edilir. Onun
kariyeri esnasında gerçeklestirdiği 400’den fazla büyük fetihleriyle tüm zamanların en
kötü söhretli korsanlarından biri olarak bilinir.
1719 yılında London’dan Gine, Afrika’ya giden bir İngiliz ticaret gemisi olan
Princess’da görev almıstır. Gemi, limanda iken Kaptan Howell Davis komutasındaki bir
korsan gemisi tarafından saldırıya uğramıstır. Davis, saldırıyı engellemeye çalısan
Roberts’in cesaretinden etkilenerek Roberts’i yakalanmıs ve korsan olması için ikna
etmistir.Kaptan Davis’in gemisi, kısa süre sonra Gine Körfezi’ndeki Prince’s Adası’na
yelken açmıstır. Davis Portekiz subayları tarafından burada öldürülmüstür. Kalan
mürettebat sağlam gemiyle oradan uzaklasmıs ve Roberts’i yeni kaptan olarak
seçmislerdir. Roberts, Prince’s Adası’na geri yelken açmıs ve yerlesim yerindeki her
türlü bina ve gemiyi yağmalamıstır. Korsanlık için geç bir yas olan 36 yasında,
korsanlığının birkaç ayından sonra korkunç bir korsan olmustur.
Roberts, diğer korsanlardan daha uysal ve düzenliydi. Çoğu korsanın sevdiği
içki türü olan romdan nefret ederdi ve gemisinde asla kumar oynatmazdı. 1721 yılında,
korsanlarının bir kısmı Virgina Limanı’nda yakalanmıs ve idam edilmistir. 10 Subat
1722 yılında İngiliz gemileri HMS Swallow ve HMS Weymouth Papağan Adası’nda
Roberts’e savas açmıs ve boğazından vurularak öldürülmüstür.
Bartholomew Roberts’in Portresi
Roberts, kendi bayrağını tasarlayarak kendisini ölümsüzlestirmistir.
Bartholomew Roberts’in ilk bayrağında siyah zemin üzerinde bir elinde ok ve diğer
elinde kum saati tutan bir iskelet ve sol tarafta kalbini tutan bir düsman bulunmaktadır.
Roberts ilk bayrağını düsmanına çok yaklastığını ve zamanının azaldığını, onu okla
kalbinden vuracağını anlatmak için tasarlatmıstır.

Bartholomew Roberts adamlarından ikinci bayrağı olarak biri A.B.H., (A
Barbadian’s Head) bir Barbaradoslu’nun bası ve bir diğeri de A.M.H. (A. Martinican’s
Head) bir Martinikli’nin baslarını temsil eden iki kafatasının üzerinde kılıcıyla durmus
bir bayrak tasarımı yapılmasını istemistir. Böyle bir bayrak istemesinin amacı; adı
geçen adalardaki yetkililerin kendisini ele geçirme girisimlerine karsı duyduğu öfkeyi
göstermektir (Cordingly, 2004: 148).


Korsan John Rackham’ın İdamı

Rackham, giydiği çizgili pantolon ve renkli yeleklerden dolayı ‘Calico Jack’
lakabını almıstır. Rackham, diğer korsanlar gibi tehlikeli ve cesur değildi. Onu bu kadar
efsanevi kılan Anne Bonny ve Mary Read ile yasadığı iliskileridir.

Anne Bonny denizci bir adamla evliydi. Rackham’la iliskisini öğrenen es,
Bonny’den ayrılmıstır. Anne, Kaptan John’un gemisinde erkek kılığına giren bir korsan
olarak hayatına devam etmistir. Rackham, bir gün Hollanda ticaret gemisine savas
açmıs, içindeki mürettebatla birlikte gemiyi gasp etmistir. Geminin kaptanı Mary Read’ı
bir kadın olduğunu bilmeden güvertesine almıstır (Means, 2009: 1-2).
Faaliyet dönemi; Temmuz 1718, Kasım 1720 yılları arasıdır. John Rackham
kıyı nakliye ile geçinen tipik bir salopaya sahip korsandı. John, 1718 yılında korsan
Woodes Rogers’in yanında görev aldı. Rackam ya da bilinen adıyla Calico Jack,
Jamaika’nın kuzey kıyısı boyunca pek çok balıkçı teknesine ve küçük ticaret gemisine
saldırıp bunları yağmalamıstır (Cordingly, 2004: 24).

John Rackham’ın idamı
Kaptan John Rackham ve mürettebatının ve sonrasında da Mary Read veAnne Bonny’nin Kasım 1720’de gerçeklestirilen durusmalarının basılınüshasının kapak sayfası
1720’nin sonbaharında Vali Rogers, Rackham’ın ve gemisinin yakalanması için

emir vermistir (Means, 2009: 3).Korsanları yakalamak için ödül avcısı Jonathan Barnet yetki almıstır. İngilizler Rackham’ın gemisini Dry Harbor koyunda demirlenmis bir sekilde bulmustur. Jonathan
Barnet’in kumanda ettiği bir gemi tarafından yolu kesilmistir. Kısa ve acımasız bir
saldırı meydana gelmistir (Cordingly, 2004: 24). Rackham ve mürettebatı sarhos olduğu
için İngiliz subaylarının açtığı savasa karsılık verememis ve Bonny ile Read’in çabaları
yetersiz kalarak yakalanmıslardır (Means, 2009: 4).
Büyük korsanlık çağında meydana gelen olaylar arasında belki de en hayret
verici olanı, Kasım 1720’de, Jamaika’daki Spanish Town’da yapılan durusmadır.
Bahriye Mahkemesi’nin Baskanlığını Sir Nicholas Lawes yapıyordu ve yargılananlar da
Kaptan John Rackam ve mürettebatındaki on iki adamdı (Cordingly, 2004: 24).
John Rackham ve ekibi Jamaikalı mahkeme tarafından idama mahkûm
edilmislerdir. Bonny ve Read hamile olduklarını ispat ettikleri için idamları kaldırılmıs
ve hapis cezasına çarptırılmıslardır. . 1720 Aralık ayında Rackham idam edildi ve
ölümü diğer korsanlara ikaz olması için bedeni sahile asılmıstır (Means, 2009: 4).

Durusmalarıyla ilgi basılmıs olan ilan günümüze kadar korunmus ve oldukça da
ilginç bir metindir
Bayrak ‘Kırmızı Rackham’ olarak da bilinmektedir. Jack Rackham’ın
bayrağında, siyah zemin üzerine bir kuru kafa ve çapraz iki adet kılıç bulunmaktadır.
Jack’ın bayrağı, çatısmanın kanlı olacağını ve geride hiçbir canlının bırakılmayacağını
simgelemektedir.

Kaç yaşında zincire vuruldu

Azılı bir korsan olan Moody, 1717 yılında onun komutasındaki iki gemi ile
Carolina kıyısının açıklarında oldukça aktifti. 1722 yılında Royal Fortune gemisinde
kaptan olduğunda Roberts ile birlikteydi. Esir alınan Christopher Moody Cape Coast
Kalesi’nde yargılanmış ve yirmi sekiz yasında zincire asılmıstır.Moody’s’in bayrağı Jolly Roger bayrağından farklılık göstermektedir.
Christopher Moody'in bayrağı
Geleneksel siyah beyaz korsan bayrakların yanı sıra Moody’in bayrağı kırmızı ve altın
sarısı renklere sahipti. Kırmızı Jolly Roger bayrağı ayırt edici olsa da, benzersiz
değildir. Kırmızı bayrak 1694 yılında Deniz Kuvvetleri Komutanlığı emriyle İngiliz
askerleri için tasarlanmıştır. İspanya Veraset Savası 1714 yılında sona erdiğinde, birçok
asker korsanlığa dönmüş ve bazı kırmızı bayraklar kanı sembolize etmeye başlamıştır.
Bayrağın sol tarafında bulunan kanatlı kum saati kurbanlarına zamanın uçup
gittiğini ifade etmek için kullanılmıstır. Ortadaki hançer tutan beyaz kol ile güçlü
olduğunu, sarı uyluk kemiği ve kafatasından oluşan simgeler ise ölümü temsil
etmektedir.
Guibert’e göre Moody’nin bayrağı üzerindeki kum saati, ticaret gemisindeki
denizcilere yasamak için az zamanlarının kaldığını işaret eder (Guibert, 2008: 9). Buna
ek olarak, kan kırmızı flamalar genelde ölümcül niyeti göstermek için geminin ana
direğine bağlanmaktaydı.

Esirlerin dudaklarını kesip kime yedirdi

Edward Low

Loe olarak da bilinen Kaptan Edward Low Westminster’de doğmustur. Low,
korsanlığa çok erken yasta baslamıs ve kumar oynamaya kullanılan Avam Kamarasının
lobisinde bekleyen usaklarla birlikte büyümüstür (Gosse, 2006: 111).
Aralık 1721 yılından itibaren Karayip denizinde aktif olarak görev almıstır
(Kontsam, 2004: 3). Low ve on iki kisi küçük bir gemi almıs ve tüm dünyaya karsı
savas ilan etmistir. Low kısa süre sonra korsan Kaptan Lowther ile görüsmüs ve Kaptan
Lowther, Low ve gemisini onun mürettebatına dâhil etmistir. Bu ortaklık, 28 Mayıs
1722 tarihine kadar sürmüstür. Low ve kırk dört erkek mürettebat, dört dönebilen iki
tüfekle silahlanmıs gemi ve altı çeyrek fıçıyla Lowther’dan ayrılarak kendi planları için
yelken açmıslardır. Bir hafta sonra birkaç ödülden en iyisi eline düsmüstür. İsler kısa
sürede, Amerikan kıyıları ve Batı Hint Adaları boyunca çok sıcak hal almıs ve savasçı
bazı adamlar Low’u aradığı için, o otuz dört silaha sahip büyük bir Fransız gemisini
almaya Azores’e yelken açmıstır. Daha sonra St. Michael Limanı’nda çapada bulunan
birkaç gemiyi ele geçirdi.Low ve Kaptan Harris en talihsiz hatayı bir gemiyi kovalayarak yapmıstır.
Çünkü yakınlastıkça bir ticaret gemisi olmadığını, H.M.S Greyhound (İngiliz Kraliyet
Donanması) olduğunu anlamıslardı. Kısa bir mücadele sonrası Low onun ortağı
Harris’den ayrılmıstır.. Harris gemisini teslim etmek zorunda kalasıya kadar esit
olmayan sartlarda savasmayı sürdürdüğü bilinmektedir. Low, 1723 yılnda kendisinin
Admiral olarak adlandırdığı yeni bir gemi almıs ve bunun üzerine kırmızı iskeletli bir
siyah bayrak bağlamıstır.Sadist kaptan olarak bilinen Low’un, esirlerini öldürmeden önce iskence yaptığı hatta onları sakat bıraktığı söylenmektedir. Low, esirlerinin kulaklarını, kalplerini ve dudaklarını kesip diğer mahkûmlarına yedirmesinden suçlanmıstır.
Edward Low’un bayrağı siyah zemin üzerine kırmızı iskeletle tasvir edilmistir.
Low’un bu bayrağında tamamen kırmızıya boyanmıs iskeleti kullanmasının amacı;
düsmanlarına kana susadığını ve savasın çok kanlı geçeceğini anlatmak istemistir.
Edward Low'un bayrağı

Başı beladan kurtulmadı

Asıl adı Edward Seegar’dı. İrlanda doğumlu olan England, Madagastar’da
dilenci olduğu bilinmektedir. Edward England’ın ilk korsanlık deneyimi Karayip
Denizinde baslamıs, 1717 ve 1719 yılları arasında da Hint Okyanusunda devam
etmistir. (Kontsam, 2004: 4).
Korsanlar tarafından yakalanıp geminin kaptanı olarak seçilene kadar Jamaika
salopasında bir deniz subayıydı. Karayip ve Hint Okyanusu kıyılarını yağmalayıp talan
etmeye basladı. 1719’da salopasını ‘Pearl’ adını verdiği daha büyük bir gemiyle
değistirmistir. Daha sonra Afrika’ya dönmüs ve orada en az iki düzine ganimet elde
ettiği bilinmektedir. Madagastar karasularına girmeden önce üç Hollandalı Doğu Hint
gemisine rastlamıs ve gemilerden ikisi kaçmıstır. Kaptan James Macrea komutasındaki
diğer gemi England ile mücadeleye girmistir. Mücadele, Macrea teslim olana kadar
saatlerce sürmüs ve Macrea England’ın gemisine getirilmistir. England, 1718 yılında
Kaptan Winter tarafından esir alınmıstır. Korsanlar Macrea’yı asmak istemistir.Ama
Edward England BALTA
Edward England

England canını bağıslamak için korsanları ikna etmistir. Kızgın mürettebat, England’ı
Mauritius Adası’na atmıstır (Matthews, 2006: 11). Kısa bir süre sonra 1720 yılında
İngiltere’de açlıktan öldüğü bilinmektedir.

England’ın bayrağı, siyah zemin üzerinde bir kurukafa ve çapraz iki uyluk
kemiği seklinde tasarlanmıstır. Edward’ın bayrağı, uzaktan görüldüğünde etrafına korku
salmasını, fakat içindeki ganimetleriyle birlikte gemi direnmeden teslim edilirse,
kaptanın ve mürettebatının canlarını bağıslayacağı anlamına gelmektedir. Edward
England’ın bayrağı aynı zamanda Jolly Roger bayrağı olarak da bilinmektedir.

Şarap ve Konyak Yüklü Gemiyi...

Kaptan Condent veya Conden olarak da bilinmektedir. Devonshire Plymouth’da
doğmustur. Condent, bir New York gemisinde levazımcıydı. Bir yağmalama neticesinde
korsanlar arasında anlasmazlık çıkmıstı. Kaptan ve mürettebatının bir kısmı baska
gemileri yağmalamak için ayrılmıs ve Condent kalan mürettebatın kaptanı seçilmisti.
Condent, kendi gemisinden daha iyi bir Hollandalı gemiyi yağmalamıs ve geminin adını
‘Flying Dragon’ yani ‘Uçan Ejderha’ olarak değistirmistir. Güney sahilinde ise on sekiz
silahlı, sarap ve konyak yüklü bir gemiyi yağmalamıstır. Mascarenhas Valisine bir
mektup göndererek yaptıklarına karsılık bedel ödemek kaydıyla af dilemistir. Vali,
Flying Dragon’u yok etmesi neticesinde affını kabul edeceğini bildirmistir. Bunun
sonucunda gemi korsanlar tarafından batırılmıstır. Condent, Mascarenhas’a gitmis ve
Valinin kız kardesiyle evlenmis, bir tüccar olarak hayatını sürdürmüstür.Christopher Condent’in bayrağı, siyah zemin üzerinde üç kurukafa ve üç çapraz uyluk kemiğinden olusmustur. Condent bayrağını, Edward England’dan esinlenerek tasarlamıstır. Düsmanla savasının daha sert geçeceğini ve kendisinin daha güçlü olduğunu vurgulamıstır.
Kaptan Condent ' korsan bayrağı

Stede Bonnet nasıl asıldı?

Stede Bonnet on yedinci yüzyılın sonlarına doğru Virginia kolonisinde zengin
bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmis ve iyi bir eğitim almıstır. Bonnet, uzun yıllar
Đngiliz ordusunda görev yapmıs ve binbası rütbesine terfi etmistir.
Bonnet, babasının ölümünden sonra birdenbire oradaki yasantısından bıkıp;

mürettebatla korsanlığa baslamıstır. Stede Bonnet’in faaliyet dönemi Mart 1717- Kasım
1718’dir. Bonnet’in çok saygılı ve centilmen bir korsan olduğu bilinmektedir. Virgina
ve Carolina kıyıları açıklarında pek çok gemiyi yağmalamıs ve daha sonra Karasakal’ın
mürettebatına katılmıstır. Bonnet’in gemiyi kumanda edecek denizcilik deneyimi
olmamasından dolayı salopasını Karasakal’a devretmistir.
Bonnet Haziran 1718 yılında kraliyet gemisini gasp etmis ve Kuzey Carolina’ya
doğru yelken açmıstır. 1718 Ekim ayında yerel bir gemi sahibi William Rhett tarafından
iki salopayla saldırıya uğramıstır. Gemisi karaya oturan Bonnet, saldırıya karsılık
vermistir. Bes saat süren saldırının ardından Bonnet ve mürettebatı teslim olmak
zorunda kalmıstır. Bonnet özel bir evde hapisken kaçmıs ve kısa sürede geri
yakalanmıstır. Bonnet ve mürettebatı yargılanmıs ve suçlu bulunmustur
iyi bir eğitim alan Binbası Stede Bonnet, Güney Carolina’nın Charleston
sehrinde yapılan durusmasında, hâkim onu ‘yüksek bir tahsil görme fırsatını yakalamıs
olan ve genelde bir edebiyatçı olarak itibar gören bir beyefendi’ diye tanımlamıstır.
Stede Bonnet'in idamı
Bonnet, hapishaneden valiye oldukça dokunaklı bir mektup yazmıs, ama hiçbir
ise yaramamıstır. Kasım 1718 yılında Bonnet ve otuz kisilik ekibi Charleston
Limanı’nın da kurulan bir darağacında idam edilmiştir.Stede Bonnet’in bayrağında siyah zeminde yatay bir kemik üzerinde dengelenmis ortada kuru kafa, bayrağın sağ tarafında kalp ve sol tarafında bir hançer resmedilmistir. Bonnet’in çok centilmen ve merhametli birisi olduğunu düsünürsek
düsmanlarına ölümün ve yasamın esit olduğunu, onlara birisini seçmesi gerektiğini
anlatmıstır.
Stede Bonnet'in korsan bayrağı